30 Ekim 2008 Perşembe

Kasım'a...



ömrüm

mevsimler gibi

sen de mi kasıma boyandın?

çocukluğunu saklayıp bedenine

kızıl saçlı mahsun bir kadının

ve takıp sarı bukleli hayallerini

acımasız süngüsüne zamanın

hazana çalan yaşayışlarında

bu bozkır türküsü hayatın

bir tek ayrılığa adanan

bütün şiirlerinde akşamların

sadece yardan kar kalan

insanı adam eden aşkların

ve bir de çekmecede saklanan

eski siyah beyaz fotoğrafların

hepsi sığmış tek bir avuca

öylesine ağlamaklı

..ve şaşkın


24 Ekim 2008 Cuma

bazen yıldızlar bakar kayıp gidene..


Şehrin arka mahallelerinden birinde, gecenin puslu kanat çırpışlarına doğru sürdü adımlarını genç adam. Havada ıslak bir kömür kokusu vardı. Çocukluğunun geçtiği bu sokak, sanki zamanın eli hiç değmemiş gibi duruyordu yerli yerinde.. Afife ablanın penceresinin önündeki, zeytinyağı tenekesine ekili küpe çiçeği bile, mevsimin döngüsüne hiç yenik düşmemiş gibi, hala aynı çiçekmiş gibi aynı köşede ikamet etmekteydi. Sadece insanlardı sanki zamana yenilen.. Sokağın başındaki akmayan çeşme, hala akmıyordu. Bacası tüten iki göz odalar, hala tütüyordu.


Zaman içinde sabit kalabilmek, daha kötüye gitmeyip, içindeki değerleri hala muhafaza edebildiğin için, bir bakıma ilerleme sayılabilir miydi? ..Ya da kötüye de olsa, mutlaka değişmesi mi gerekliydi herşeyin?.. Bu muydu "gelişmek" dedikleri?.. Sabit kalma aldatmacası, olsa olsa bir yanılgıdan ibaretti zaten.. Dış görünüşüyle 100 yıllık uykuda donup kalmış görünen bu muhit, ayrıntılara dikkat edince, aslında hiç de öyle olmadığını ele veriyordu.


Değişmeyen ne vardı ki şu dünyada? Dünyanın alacalı rengine kanmayan kim vardı? "Hey koca dünya"diye geçirdi içinden.. İnsan öğüten koca bir değirmen değilsin de nesin? Kimleri yutmadın, kimleri?.. Hala doymazsın.. Hala istersin.. Ne verirsen üç misliyle alırsın. Bedellere tutsak edersin. Ödetir ödetir, yine de iflah olmazsın.


Neler uğruna nelerden vazgeçiyordu insan. Her vazgeçiş bir parça koparıyordu sanki canından.. Kendine gelebilmek için kendinden gitmek gerekiyordu bazen.. Kendini terk etmek.. Kendinden vazgeçmek.. Terk-i diyarlarda tekrar dönmek kendine.. Sonra bulduğun kendini tanıyamamak.. Eski kendini aramak.. Küçücük kafesin içinde kanat çırpmaya çalışmak özgürlüğe.. Kendi bedenine hapsolmak..


Şair boşuna mı sormuştu: "Özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır?".. diye..


Bir de bir yanın hep eksik kalıyordu sanki bazen.. Bir sohbet esnasında, ya da bir deniz kıyısında ufku seyre dalarken, kimi zaman yüzüne vururken bir şarkının bir hecesi, ya da bir şiirin olmadık bir dizesi.. pat diye bir hayal dikiliveriyordu karşına.. Elini kolunu nereye koyacağını şaşırır ya hani insan bazen.. Bulunduğu yer yabancı gelir ansızın.. İşte öyle kalakalıyordun, hayatın orta yerinde şaşkın.. Dünyanın muazzam düzenini bozan iğreti bir nesne gibi hissediyordun kendini.. Konuştuğun dil bile yabancı geliyordu.. Ve ansızın yoruluyordun yaşamaktan.. Tüm bedenin istifasını sunmak arzusuyla doluyordu hayattan.. Ama yaşıyordun işte..


Bu sokağa anılarını gömüp gitmişti vakti zamanında.. Ruhunun en temiz yanlarını burada bırakmıştı. Gönlü bir yangın yeri gibi kanamaklı.. Gündüzü bırakıp, geceye gitmişti. Hayali bırakıp, gerçeğe.. Sevinci bırakıp, hüzne.. Ne kadar koyu rengi varsa yaşamın, bir tek onları götürmüştü yanında.. Küfrü, bedduayı, kötü büyüleri alıp gitmişti.


Şimdi cinayet mahalline dönen bir katil gibiydi dönüşü.. Bu havayı ne yüzle soluduğunu sordu kendine.. Bir zamanlar günde yüzbin kere geçtiği bu yol, dibine diz çöktüğü şu yıkık duvar, karşıdaki viran evin camı kırık penceresi, katili olduğu yaşanmamış günlerin hesabını sormaz mıydı?


Her acıklı hikayenin ardında, üstü kabuk bağlamış bir gönül yarası saklıydı sanki.. Kabuk bağlamış ama, içten içe kanayan.. Zamanı merhem ettiğin.. Dindiremediğin.. "ya hiç olmasaydı" ları teselli bildiğin.. Bir intihar gibi çaresizce kabullendiğin..


Bir zamanlar bir aşka tutulmuştu kalbi bu sokakta..


Tutulmaydı evet..


Aşka, olsa olsa tutulabilirdi insan.. Ay tutulması gibi, bir hastalığa tutulma gibi, ansızın yağmura tutulma gibi.. Başka türlü düşemezdin içine.. Düşünce de çıkamazdın kolay kolay..


..ve bir eşikten atlar gibi sevmişti. Tepeden tırnağa tüm varlığı, beyni, ruhu, düşünceleri, duyguları, bedeni.. adeta bir ihtilalin içinde bulmuştu kendini.. Sonrasını kimseler sormasın, o da söylemesindi.


O yıkık duvarın dibine oturdu yine eski günlerdeki gibi.. Bir sigara çekti sol cebinden.. Ciğerlerine dolan dumanı savurdu karanlığa doğru.. Dumandan mı bilinmez, hafiften bir nem geldi geçti gözlerinden..


Bir zamanlar onu kendisine getiren sevinçli adımların, şimdi başka şehrin sokaklarını arşınladığı düşüncesi, sanki ilk kez aklına geliyormuşcasına canını yaktı. Bildiğin bir şeyi ilk kez idrak eder gibi.. Şimdi ne yapıyor acaba? diye düşündü. Belki sabaha çocuklarını okula yolcu edecektir, saati başucuna kurup, yatmaya hazırlanıyordur şu anda..


Belki o da gelmiştir bu sokağa anıların tozunu almak için.. Tam burada durup, sırtını duvara vermiştir, kimbilir? Ansızın başını kaldırıp gökyüzüne, seyre dalmıştır.. O kapkara gözlerinde yüzdürürken yıldızları..


Belki yıldızlar bakakalmıştır ardından,
Ömrümden kayıp giderken tutamadığım'ın..

13 Ekim 2008 Pazartesi

dağılırken gölgeler..


önce söz mü vardı, anlam mı?
hangisi önce düştü yeryüzüne?
önce göz mü vardı, bakış mı?
hangisi önce düştü yar yüzüne?







sözler..
bin parçaya bölünmüşler
canhıraş feryatlarında ayaz gecenin
bir dağa çarpıp geri dönercesine
ardı arkası kesilmeyen harf çığlıkları
ve yırtarcasına karanlıkları
gözleri bağlanmış sözler
yalnızlığın donanmasında yasaklı
kimsesizliğimiz gibi kederli
ne yana gideceklerini bilmezler
bilmezler, neyi basıp çiğnerler
dönencesinden süzülürken aşkın
açılır kapağı kilitli sandığın
ağulu bir kandil gibi yanar
sözler


konuşuyorum..
sözlerim birer yanık seferad ezgisi
ellerin yüzüme yakın
sanki eğilsem dokunacaksın
heceler efsunlu bir paket
sahibini yıllar sonra bulacak
ve vuracak belki ömrünü orta yerinden
eli kolu bağlanmış anlamlar
dört bir yana dağılarak


konuşuyorsun..
sızarken tenime sözlerin
terin damarda kanım
yüreğinin şarkısını içiyorum nefesinden
yasak kapı eşiğinde kollarım
uzansam kaybolmandan korkarım
ayaklarım yalın
sözlerin yalın
sözlerin cam kırıkları
acır her yanım

gözler..
iki derin bıçak yarası
ve incecikten iki sızı
gözlerin
yeryüzünün cenneti
ve durmuş yolların ardı sıra
son bakış gibi kederli
bazen çocuksu
ve ölesiye coşkulu
kimbilir neler söyler?
soramam istesem de
cesaretim tutuklu

bakıyorum..
çaresizliğimin penceresinden
bir girdaptan süzülürcesine
derinlik sarhoşluğunda yüreğim
göremez oluyorum
dilimi dağlarken gözlerin
sözsüz bir nefes sıyrılıyor canımdan
can beni terk ederken sol yanımdan


bakıyorsun..
çelikten kirpiklerin
çırılçıplak ten gibi
dolanırken ruhuma
gözlerinde söylemediklerinin sancısı
nedenler arıyorlar zamana dair
ah benim sayfalara sığdıramadığım,
hayatı ceplerine zulalamış sevdiğim!
nedeni yok ki sevmelerin
yaşamak öyle güzel geliyor ki
yaşadığını bildikten sonra
ve durabildikten sonra
ölüme uzak, sana yakın
ve yaşamak ölesiye ağır
hasret içindeyken dört yanım

cesetler..
ölüme bileylenmiş bütün ömürler
torbalanmış bileklerimde
ve paramparçayım dalgalarında
dokunduğun yeri
kanatacağımdan korkarım
ve bulduğumu kaybetmekten bir de
bulduğum çoktan kaybettiğimse
elvedataşırhermerhaba
ömre tuzak caddelerimde
sona uzak, başlangıca yakın
pürtelaş akşam vakitlerinde
yüzünü kaybetmekten korkarım
titretir içimi kalp atışların
seni bende bulmalarından korkarım
tenini saklarken sır gibi ruhumda
ve ruhunu tenime kazırken tırnaklarımla
yazmak isterim kaderi baştan, ecele inat
doğarken çığlık çığlığa kollarında
ve çekmek temize tüm hayatımı
o pürüpak avuçlarında


sonralar..
hiç olmasınlar
tıpkı öncesizliğimiz gibi
hayat fırtınasının köpüklerinde
ömürler dökülürken toprağa
birbirine teğet düşen yapraklar misali
sendeki ben, bendeki sen olmak değil
sadece "tek" olmak
dans eden gölgeler arasında
ve hapsolmak yıldızların koynuna
koparak gelip sonsuzluktan
sahipsiz iki mezar taşı gibi
sarılmak bir çınarın altında
öylesine mutlu ve yalnız
arınalım cehennemin ırmaklarında

10 Ekim 2008 Cuma

düşümde gerçek gördüm...


rüyamda..... çıplak ayaklarımla yürüyordum kumların üzerinde..

kim olduğumu unutmuştum.. hayır hayır, unutmamıştım.. o rüyada yürüyen ben değildim zaten.. tıpkı rüya kahramanının kimin rüyasında başrol oynadığını bilemeyeceği gibi.. adı üstünde rüyaydı çünkü.. görüntüydü gelip geçen.. tıpkı bu yazıyı yazanın kendim olduğu sanısı gibi bir yanılsama işte..


..dalgalar vurdukça ayaklarıma, derinden bir ürperti hissediyordum.. acıklı bir melodi bir alçalıp, bir yükseliyordu kulaklarımda, dalgaların ritmine uyum sağlayarak..


müziğin mucizesini yaşıyordu rüyadaki ben.. kendinden geçmiş gibiydi.. başı yana doğru eğik, gözleri kapalı, elleri önünde kavuşmuş durmadan yürüyordu.. bir yandan da içinden geçen ezginin sesinin, ayağına çarpıp kaybolan dalgalara uyumunu hissederek.. bu uyuma rüzgar da eşlik ediyordu adeta.. saçlarımı başımı eğdiğim tarafa doğru eğimli uçuşmasını sağlayarak..


hayatın ritmini dinleyerek sarhoş olmuştum.. insan istedikten sonra güzelleşmek için içmeye gerek yokmuş.. güzellik zaten sarhoş ediyormuş insanı.. kendini bir kum tanesi gibi doğanın kucağına bırakmak.. yaşamak sadece budur, kimbilir.. tabi bunlar gerçekse bile, ne rüyamın kahramanı, ne de ben anlayabilecek durumda değilim.. anlamak için bomboş olmak gerekli çünkü.. önce yer açmak yeniye.. ama sen açmasan da, bir gün gelip açılıyor.. ve bir zamanlar çok üzüldüğün şeye, başka bir gün sevinebiliyorsun.. böyle de tuhaf işte bu hayat.. ya da sen tuhafsın.. pardon, ben yani..


gözlerimi açtığımda, kapkaranlık bir yerde olduğumu gördüm.. çok fazla ışığa maruz kalmak, hiç ışıksız bırakabilir insanı.. belki tepedeki güneş birkaç saniyeliğine gözlerimi almıştı.. hayır, küçükken yaşadığım ufak çaplı güneş çarpması ve ardından gelen geçici körlüğe benzer bir durum değildi bu.. düpedüz karanlıktı işte.. çünkü gözüm alıştıkça, karanlık alacakaranlığa dönüşmeye başladı.. içine bata çıka yürüdüğüm kumlar ise kara.. bildiğin kardı işte bu.. her yer alabildiğine beyazlık.. ama bir alaşafak vakti olmalıydı ki, tan yeri henüz ağarıp ağarmamakta kararsız kalmıştı.. yürümeye devam ediyordum.. o melodi susmuştu.. yerini sessizliği delip geçen bir uğultuya bırakarak.. bedenimin küçüldüğünü hissettim.. galiba 10'lu yaşlarda bir çocuk olmalıydım.. sırtımdaki ağırlığın okul çantam olduğunu anlamıştım.. habire karlara bata çıka yürüyordum.. okulun bayrağı, çatısı da görünmüştü işte.. birazdan varmış olacağım, yerleri ahşap, sıvası dökük, sobasını talebelerin yaktığı bu ilim irfan yuvası benim sevgili okulumdu.. sevindi sanki rüyadaki ben.. şartlar ne olursa olsun, çocuk olmanın güzel olduğunu bile geçirdi bi an için aklından..


tam böyle bata çıka yürürken, sol taraftan tıpkı kar gibi bembeyaz bir çoban köpeğinin üstüme doğru geldiğini gördüm.. bir karar vermek hiç bu kadar zor olmamıştı.. ya sabit durup, ya da bir yana koşmam gerekliydi.. ama can zora girince, mantık o "saniyelik" an diliminde öyle tıkır tıkır çalışıyor ki, sonradan hayrete düşüyor insan.. sağ tarafta karsız zamanlarda saklambaç oynarken saklandığımız büyükçe bir çukurun bulunduğunu hatırladım hemen.. koşa koşa o çukurun içine attım kendimi.. ve köpek saldırısında hiç kımıldamamanın doğru olacağı geldi aklıma.. kaplumbağa gibi dizlerimin üstüne çöküp, yüzümü yere sakladım.. ama ne fayda.. köpek de çukura atlamış, sırtıma dişlerini geçirmeye çalışıyordu.. üzerimdeki lahana gibi kat kat kıyafetlerden tenime ulaşamayınca da, hırsı daha da bir artıyordu.. bir an yüzümü o yana çevirecek olduğumda, ağzının kenarını çevrelemiş simsiyah çizgiyi gördüm.. ve yüzüme doğru yaklaşan sivri dişleri.. tekrar gömdüm yüzümü bembeyaz kara.. soğukluğu tenimi yakıyordu.. ellerimin arasında başım.. gözlerimi o karanlıkta bile açamıyordum artık.. ne zaman sinirinin geçtiğini, ne zaman gittiğini bilemedim köpeğin..


gözlerimi tekrar açmaya cesaret ettiğimde, bir gümüş aynadan kendime bakıyordum.. elimde bir tarak vardı.. bu ayna ve tarağı çok iyi hatırlıyordum.. bir zamanlar o antika eşyalarla dolu yatak odasında, babaannem tarardı saçlarını bunlarla.. o öldükten sonra kim aldı, ya da hangi köşeye atılmışlardı, bilmiyordum.. ama rüya işte.. elime tutuşturulmuşlardı.. aynadaki ben, rüyamdaki ben'e mahsun gözlerle bakıyordu.. hani insan konuşmak ister de konuşamaz ya rüyasında bazen.. tıpkı öyle.. henüz yaşanmamış bir gelecekten geldiği için öyleydi belki.. ya da sadece aynada bir suret olduğu için.. sanki, kaç git kurtul bu rüyadan der gibiydi bakışları.. evet bendim o.. yüzüme yaşanmışlıklardan çok, yaşanamamışlıkların gölgesi düşmüştü adeta.. saçlarım upuzun.. tıpkı küçüklüğümde hayal ettiğim gibi.. yaşlandığımda babaannem gibi saçları uzun bir ihtiyar olacağımı, o saçları örüp, ensemde topuz yapacağımı tasavvur ettiğim günlerdeki gibi.. gümüş rengine boyalı saçlarıma baktım.. barışmıştım onlarla demek ki.. boyalı olmadıklarına göre.. boyamayı ne zaman bırakmıştım acaba en son?.. ne zaman kabullenmiştim yaşamanın bir süreç olduğunu?


yumdu gözlerini aynadaki ben.. gözlerini açmaya cesaret ettiğinde, rüya yeni başlıyordu...


8 Ekim 2008 Çarşamba

ne-re-de-li


Bir hayal perdesi vardı gözlerinde.. Belleğinde ise derinden bir düşünce .. Ne derece derinse yaşadıkların, o kadar hızlı çakılma ihtimalin vardı yere.. Gökyüzüne çıkıp bakmak isterdi yeryüzüne.. Ama bir uçaktan bakar gibi değil.. Yani yükseldikçe yerdekiler küçülmesin, büyüsünler isterdi. Birbirlerinden kopmadan büyümelerini.. Hiç biri kuşbakışı kadrajdan çıkmadan büyümelerini.. Büyümek de değil aslında, bir mercek altına almak, aslında "bizim" sandığımız yaşamların, ne kadar bize ait olduğunu anlamak için.. ve mikroskobik etkileriyle bizi bilmeden ordan oraya savuran, incir çekirdeği büyüklüğündeki cüsselerine bakmadan, kader örgüsünü tamamlayarak kimi zaman bizimle dalga geçen etkenleri görmek.


İnsan hayatları bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlıydı. Hangisinin nerede başlayıp bittiğini kestirmek pek mümkün değildi. Birinin hezimeti diğerinin kurtuluşu, birinin sevinci diğerinin gözyaşı, birinin sonu ötekinin başlangıcı olabiliyordu kimi zaman.. ki çoğu zaman da böyle oluyordu zaten..


Ama biz bilmiyorduk tabi.. Bildiklerimiz sadece gördüklerimizle sınırlıydı.


Acaba öyle miydi? Görmediklerimizi bilebilir, işitmediklerimizi duyabilir miydik?.. Belki.. İnsandık sonuçta, yaratıkların en üstünü.. Tam böyle düşündüğü esnada belli belirsiz bir tebessüm belirdi yüzünde.. Tüm bu alemler bizim için yaratılıp, göğün 7 katı bizim için donatılmışsa, görünmeyeni görmek, sessizliği duymak gibi bir meziyete de sahip olmak gerekliydi. Yeter ki istesin-di insan..


Tüm dünya işlerini bi kenara atıp, ölümü düşünen insan, sonunda filozof mu oluyordu? Her ölümü düşünen mi? Ölümü her düşünen mi? Bazıları mı sadece? Neden?.. Çünkü "hayat" denilen şey, ölüme karşı yaptıklarımız değil miydi? Yemek, uyumak, nefes almak, üremek, kalıcı olmak için çabalamak (öldükten sonra yaşamak, iz bırakmak için) Öyleyse hayatı anlamanın yolu ölümden geçerdi elbette..


Yaşadıklarımız nerede?...


İnanışları tüm hayatının kayıt altına alındığını söylüyordu. Bir gün Tanrı katına çıktığında, karşısında sorgu melekleri göstereceklerdi: "zavallı insan! aç gözünü de bir bak, neler yapmışsın, nelere yol açmışsın!" Açabilecek miydi o anda gözlerini?.. Bakmaya cesareti olacak mıydı kendisine?.. Peki ya konuşabilecek miydi?.. "Bunu yaptım, evet.. Ama arkasında böyle bir neden vardı.. Gerçekte böyle bir sonuca yol açacağımı öngöremedim" Mazeret miydi peki bu?.. Dünyada olduğu gibi orada da kuralları bilmemek mazeret sayılmayacak mıydı yoksa?.. Bilmek zorunda mıydın herşeyi?.. Bildiğin, karine olarak baştan mı kabul görecekti?.. Buna gerek yoktu ki.. Şüphesiz Tanrı herşeyi duyar, görür, anlardı. Senin bilmediğin seni bilirdi O..


Bir düşünce daha belirdi o anda.. Bir gün Tanrı'yla konuşabilseydi, ilk soracağı soru şu olurdu: "İnsanı neden yarattın?" Bir ceza mı, yoksa ödül mü insan olmak?.. Acaba bizler başka bir alemde halkedilip, yasalara karşı gelerek sürgüne mahkum edilmiş, sürgün olarak da dünyaya gönderilmiş yaratıklar mıyız?.. Neden hem iradeyi, hem de zaafları birarada bedenimize ve ruhumuza yükleyerek bizi sınamak istedin?.. Bunu hak edecek ne yaptık?


Cennetteki yasak elma hikayesi düştü aklına bu kez de.. Komik değil miydi böyle basit bir nedenden ötürü burada olmak?... Üstelik milyarlarca yıl önce senin türünün ilk örneğinin yaptığı aykırı bir davranışın cezasını, asırlar boyu tüm neslinin çekmesi.. Bu ceza ne zaman bitecekti? Kıyamet günü bitecek miydi? Yoksa azap o zaman mı başlayacaktı asıl?.. Peki diyelim ki Adem ile Havva cennetten kovulmuşlardı. O zaman cennet ta yeryüzü yaratılmadan önce de vardı demek ki.. Henüz irade yoksa, yani insan "dünyadaki insan" değilse daha, bir ödül ve ceza da sözkonusu değilse, neden en baştan beri vardı cennetle cehennem?.. Başka alemlerdeki başka varlıklar için mi yaratılmışlardı?


Herkes kendi gözünde kendini şanslı görüyor olmalıydı bu bakımdan.. Öyle ya, herkes, hangi zamanda, hangi coğrafyada doğarsa doğsun, hangi inanışa sahip olursa olsun, kendisine bahşedilen büyük bir lütuf sonucu hak dinin içine doğmuştu.. Ya da çoğunluğun dışına çıkarak, hayattaki boşluğu, nedensizliği keşfetmiş, inancı külliyen reddetmişti. Yine şanslıydı yani kendi gözünde.. Sonuç itibarıyla, herkesin gönlü rahattı.


Başının üstünde dönüp durarak vızıldayan bir sineği, uyku arası başından defeder gibi bir hareket yaptı.. Başına üşüşen bu sakıncaları düşünceleri beyninden defetmek ister gibi.. Şeytan çok zeki bir yaratık olmalıydı. Kötülük zeka isterdi çünkü.. İnsanı düşünmeye sevk etmek, kimi zaman yoldan sapmasına neden oluyordu belki bu sayede.. Bir düşünür dememiş miydi "çok şey düşünüyorum, bazı şeyleri düşünmeyeyim diye"..


Tarih ve zaman.. İnsanlar zamanı bulmuşlardı. Takvim de, ay da, yıl da, milad da.. hepsi insan icadıydı. Neden böyle bir şeye gerek duymuşlardı ki.. Neden yaşamlarını kayıt altına almak istemişlerdi. Aslında yaşanan "an"ların, kayıtlar silsilesi halinde gelecek nesillere aktarılmasında da, güneşi, ayı, gezegenleri belli yörüngelere oturtarak ve hiç sapmadan hep aynı aralıklarla devinimlerini sağlayarak zamanın belirlenmesini sağlamada da Tanrı'nın payı vardı. İnsanoğlunun kendi yaşamadığı zamanları bilmesini istiyor olmalıydı. "Şu yıl, şu sebepten, şu oldu, şu sonuçlara yol açtı.." Gerçeği bilmek, geçmişi anlamak, bugünü çizmek için bir araçtı. Geçmiş, gaipten gelen bir ruhun gizli elleri gibi bugüne yön veriyordu. Peki ya gerçeği saptıranlar?.. En büyük günahkar onlar olmalıydı. Çünkü "yok" demek, var olan bir şeyi yok etmiyordu hiçbir zaman..


Yaşadıklarımız nerede?.. diye düşündü yine.. Geçmiş nerede şimdi?


Onca savaşlar, haksızlıklar, dökülen kanlar, gözyaşları, acılar.. ve sevinçler, mutluluklar.. Sadece kendimiz olduğumuz anlar, yani gerçekten yaşadığımız, o kısacık an dilimleri nerede?.. Tanrı'nın kayıt cihazında mı saklı?.. Bedenin çürümesiyle yok olup gidiyor mu yoksa? Ya da bir ruhun içinde yaşıyor mu hala.. ve o ruh hala saklı mı bilmediğimiz bir mekanda..


Usulca kalktı yerinden.. Hayat devam ediyordu. Balığa yem vermesi, çiçekleri sulaması, akşama yemek hazırlaması gerekiyordu. Bedenin yaşaması gerekiyordu ilk önce.. Ancak, tüm bedenler eşit şartlara kavuştuğunda, ruhlar eşitlenecek diye düşündü.. Ama bu alemde "eşitlik"ten söz etmek dahi komik geliyordu.


Yaşıyor muydu gerçekten? Rüya mı görüyordu yoksa? Rüya görmek de yaşamanın bir parçası değil miydi? Bedenen yaşıyordu evet.. Peki ya ruhu? Ölmeden önce ölünüz emri nefse miydi, ruha mı, yoksa bedene mi?.. Ruhlar hiç ölmez miydi yoksa? Bedeni hala nefes alıyordu, evet.. Acı çekmek de yaşamanın bir göstergesiydi. Ölüler acı çekemezdi. Yaşadığı için sevinse miydi? Ya ruhu?


Yaşadıkları neredeydi, ruhunun?... Hangi hafızaların kayıtlarında gizliydi?...