8 Ekim 2008 Çarşamba

ne-re-de-li


Bir hayal perdesi vardı gözlerinde.. Belleğinde ise derinden bir düşünce .. Ne derece derinse yaşadıkların, o kadar hızlı çakılma ihtimalin vardı yere.. Gökyüzüne çıkıp bakmak isterdi yeryüzüne.. Ama bir uçaktan bakar gibi değil.. Yani yükseldikçe yerdekiler küçülmesin, büyüsünler isterdi. Birbirlerinden kopmadan büyümelerini.. Hiç biri kuşbakışı kadrajdan çıkmadan büyümelerini.. Büyümek de değil aslında, bir mercek altına almak, aslında "bizim" sandığımız yaşamların, ne kadar bize ait olduğunu anlamak için.. ve mikroskobik etkileriyle bizi bilmeden ordan oraya savuran, incir çekirdeği büyüklüğündeki cüsselerine bakmadan, kader örgüsünü tamamlayarak kimi zaman bizimle dalga geçen etkenleri görmek.


İnsan hayatları bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlıydı. Hangisinin nerede başlayıp bittiğini kestirmek pek mümkün değildi. Birinin hezimeti diğerinin kurtuluşu, birinin sevinci diğerinin gözyaşı, birinin sonu ötekinin başlangıcı olabiliyordu kimi zaman.. ki çoğu zaman da böyle oluyordu zaten..


Ama biz bilmiyorduk tabi.. Bildiklerimiz sadece gördüklerimizle sınırlıydı.


Acaba öyle miydi? Görmediklerimizi bilebilir, işitmediklerimizi duyabilir miydik?.. Belki.. İnsandık sonuçta, yaratıkların en üstünü.. Tam böyle düşündüğü esnada belli belirsiz bir tebessüm belirdi yüzünde.. Tüm bu alemler bizim için yaratılıp, göğün 7 katı bizim için donatılmışsa, görünmeyeni görmek, sessizliği duymak gibi bir meziyete de sahip olmak gerekliydi. Yeter ki istesin-di insan..


Tüm dünya işlerini bi kenara atıp, ölümü düşünen insan, sonunda filozof mu oluyordu? Her ölümü düşünen mi? Ölümü her düşünen mi? Bazıları mı sadece? Neden?.. Çünkü "hayat" denilen şey, ölüme karşı yaptıklarımız değil miydi? Yemek, uyumak, nefes almak, üremek, kalıcı olmak için çabalamak (öldükten sonra yaşamak, iz bırakmak için) Öyleyse hayatı anlamanın yolu ölümden geçerdi elbette..


Yaşadıklarımız nerede?...


İnanışları tüm hayatının kayıt altına alındığını söylüyordu. Bir gün Tanrı katına çıktığında, karşısında sorgu melekleri göstereceklerdi: "zavallı insan! aç gözünü de bir bak, neler yapmışsın, nelere yol açmışsın!" Açabilecek miydi o anda gözlerini?.. Bakmaya cesareti olacak mıydı kendisine?.. Peki ya konuşabilecek miydi?.. "Bunu yaptım, evet.. Ama arkasında böyle bir neden vardı.. Gerçekte böyle bir sonuca yol açacağımı öngöremedim" Mazeret miydi peki bu?.. Dünyada olduğu gibi orada da kuralları bilmemek mazeret sayılmayacak mıydı yoksa?.. Bilmek zorunda mıydın herşeyi?.. Bildiğin, karine olarak baştan mı kabul görecekti?.. Buna gerek yoktu ki.. Şüphesiz Tanrı herşeyi duyar, görür, anlardı. Senin bilmediğin seni bilirdi O..


Bir düşünce daha belirdi o anda.. Bir gün Tanrı'yla konuşabilseydi, ilk soracağı soru şu olurdu: "İnsanı neden yarattın?" Bir ceza mı, yoksa ödül mü insan olmak?.. Acaba bizler başka bir alemde halkedilip, yasalara karşı gelerek sürgüne mahkum edilmiş, sürgün olarak da dünyaya gönderilmiş yaratıklar mıyız?.. Neden hem iradeyi, hem de zaafları birarada bedenimize ve ruhumuza yükleyerek bizi sınamak istedin?.. Bunu hak edecek ne yaptık?


Cennetteki yasak elma hikayesi düştü aklına bu kez de.. Komik değil miydi böyle basit bir nedenden ötürü burada olmak?... Üstelik milyarlarca yıl önce senin türünün ilk örneğinin yaptığı aykırı bir davranışın cezasını, asırlar boyu tüm neslinin çekmesi.. Bu ceza ne zaman bitecekti? Kıyamet günü bitecek miydi? Yoksa azap o zaman mı başlayacaktı asıl?.. Peki diyelim ki Adem ile Havva cennetten kovulmuşlardı. O zaman cennet ta yeryüzü yaratılmadan önce de vardı demek ki.. Henüz irade yoksa, yani insan "dünyadaki insan" değilse daha, bir ödül ve ceza da sözkonusu değilse, neden en baştan beri vardı cennetle cehennem?.. Başka alemlerdeki başka varlıklar için mi yaratılmışlardı?


Herkes kendi gözünde kendini şanslı görüyor olmalıydı bu bakımdan.. Öyle ya, herkes, hangi zamanda, hangi coğrafyada doğarsa doğsun, hangi inanışa sahip olursa olsun, kendisine bahşedilen büyük bir lütuf sonucu hak dinin içine doğmuştu.. Ya da çoğunluğun dışına çıkarak, hayattaki boşluğu, nedensizliği keşfetmiş, inancı külliyen reddetmişti. Yine şanslıydı yani kendi gözünde.. Sonuç itibarıyla, herkesin gönlü rahattı.


Başının üstünde dönüp durarak vızıldayan bir sineği, uyku arası başından defeder gibi bir hareket yaptı.. Başına üşüşen bu sakıncaları düşünceleri beyninden defetmek ister gibi.. Şeytan çok zeki bir yaratık olmalıydı. Kötülük zeka isterdi çünkü.. İnsanı düşünmeye sevk etmek, kimi zaman yoldan sapmasına neden oluyordu belki bu sayede.. Bir düşünür dememiş miydi "çok şey düşünüyorum, bazı şeyleri düşünmeyeyim diye"..


Tarih ve zaman.. İnsanlar zamanı bulmuşlardı. Takvim de, ay da, yıl da, milad da.. hepsi insan icadıydı. Neden böyle bir şeye gerek duymuşlardı ki.. Neden yaşamlarını kayıt altına almak istemişlerdi. Aslında yaşanan "an"ların, kayıtlar silsilesi halinde gelecek nesillere aktarılmasında da, güneşi, ayı, gezegenleri belli yörüngelere oturtarak ve hiç sapmadan hep aynı aralıklarla devinimlerini sağlayarak zamanın belirlenmesini sağlamada da Tanrı'nın payı vardı. İnsanoğlunun kendi yaşamadığı zamanları bilmesini istiyor olmalıydı. "Şu yıl, şu sebepten, şu oldu, şu sonuçlara yol açtı.." Gerçeği bilmek, geçmişi anlamak, bugünü çizmek için bir araçtı. Geçmiş, gaipten gelen bir ruhun gizli elleri gibi bugüne yön veriyordu. Peki ya gerçeği saptıranlar?.. En büyük günahkar onlar olmalıydı. Çünkü "yok" demek, var olan bir şeyi yok etmiyordu hiçbir zaman..


Yaşadıklarımız nerede?.. diye düşündü yine.. Geçmiş nerede şimdi?


Onca savaşlar, haksızlıklar, dökülen kanlar, gözyaşları, acılar.. ve sevinçler, mutluluklar.. Sadece kendimiz olduğumuz anlar, yani gerçekten yaşadığımız, o kısacık an dilimleri nerede?.. Tanrı'nın kayıt cihazında mı saklı?.. Bedenin çürümesiyle yok olup gidiyor mu yoksa? Ya da bir ruhun içinde yaşıyor mu hala.. ve o ruh hala saklı mı bilmediğimiz bir mekanda..


Usulca kalktı yerinden.. Hayat devam ediyordu. Balığa yem vermesi, çiçekleri sulaması, akşama yemek hazırlaması gerekiyordu. Bedenin yaşaması gerekiyordu ilk önce.. Ancak, tüm bedenler eşit şartlara kavuştuğunda, ruhlar eşitlenecek diye düşündü.. Ama bu alemde "eşitlik"ten söz etmek dahi komik geliyordu.


Yaşıyor muydu gerçekten? Rüya mı görüyordu yoksa? Rüya görmek de yaşamanın bir parçası değil miydi? Bedenen yaşıyordu evet.. Peki ya ruhu? Ölmeden önce ölünüz emri nefse miydi, ruha mı, yoksa bedene mi?.. Ruhlar hiç ölmez miydi yoksa? Bedeni hala nefes alıyordu, evet.. Acı çekmek de yaşamanın bir göstergesiydi. Ölüler acı çekemezdi. Yaşadığı için sevinse miydi? Ya ruhu?


Yaşadıkları neredeydi, ruhunun?... Hangi hafızaların kayıtlarında gizliydi?...


4 yorum:

...ve], dedi ki...

yaşadıkları,yaşadıkları hep yaşamadıklarının önünde oluyor 'bazen' nedense...çok güzel bir yazı kalemine sağlık yüreğine sağlık, ki "çok şey düşünüyorum, bazı şeyleri düşünmeyeyim diye" demişlee ya hani söylenecek söz yok,durudm kaldım aniden...sevgilerimle

Kalemiti (En hakikisinden ama...) dedi ki...

ölüm deyince benim aklıma ''Eşkiya'' filminde Şener şen'in söyledikleri geliyor;''cumali*: korkuyorum eşkiya..
baran: korkma! sadece toprağa gideceksin;
sonra toprak olacaksın,
sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin,
oradan özüne ulaşacaksın,
çiçeğin özüne bir arı konacak.
belki
belki o arı ben olacağım...Sevgiler paradoks...

paradoks dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
paradoks dedi ki...

çok teşekkür ederim.. kalemleriniz tükenmesin.. :)

kalemiti, seni görmek ne güzel.. :)