4 Aralık 2008 Perşembe

Yol




"Sonunun ne zaman ve ne şekilde yazılacağını (ya da çoktan yazıldığını) bilmediğim bir hikayenin içindeyim" diye düşündü. İnsan ve insana ait düşünceler, içinde bulunduğu zaman dilimlerine göre değişkenlik gösterdiği için, kendisini tanımakta ve tanımlamakta daima güçlük çekmişti. Kimdi gerçekten o? Kendisi için uyarlanan kelimeler, içindeki insanı anlatmaya yetmiyordu. Yaşamın en etkili silahı olan sözcükler bile insanın karmaşıklığı karşısında aciz kalabiliyordu.

Kendi seçimi olmayan biriydi o.. Üzerine yapışan tüm etiketler, içinde doğduğu zaman ve mekanın eseriydi. Ne cinsiyeti, ne milliyeti, ne dini, ne de hayalleri kendisine ait değildi. Ait değildi ama olağandı hepsi.. ve olağana alışmak ömrünün en zor ve bitimsiz sınavıydı adeta.

Hayatın tanımı ise, geçtiği zamansal dönemeçlere göre değişkenlik göstermekteydi. Şu anda, başkasının zihninde kurgulanarak sınırları çizilen bir serüven gibi görünüyordu gözüne.. Birkaç yıl öncesine kadar ise, varılacak bir yerdi hayat. Her adımında biraz daha tırmandığın ve zirvesini görebildiğin bir dağ gibiydi. Şimdi ise önünde bir yol uzanıyordu sanki. Ama, dairesel bir döngü müydü, yoksa yürüdükçe ardında bıraktıklarına el salladığın bir uzantı mı, işte buna henüz karar verememişti.

Yaşamanın bir anlamı olmalıydı. İnsan, kendini bir toplumun ferdi olarak buluyor ve o toplumun değer yargılarına göre şekil alıyordu. Sınırları çizilmiş bir dünyanın içinde devinip durmak mıydı o amaç? Peki ya toplum, insan doğasına ters kurallarla şekillenmişse? Her insanın hayatının amacı başkalarınca belirlenmiyor muydu? Hayattan ne istediğimiz, başkalarının bizden ne istediğine feda edilmiyordu daima?..

Çoğu insandan hayatın amacının mutluluk olduğunu duymuştu. Mutluluk neydi peki? Süreksiz bir hal, bir an parçası değil mi? Mutlak mutluluk yoktu. Özgür olmayan insan ne kadar mutlu olabilir ki zaten? Ruhu bedenine, bedeni beton bloklar arasına sıkışmış insan, ne kadar da zavallıydı. Sırlar doğada saklıydı belki. Ama artık doğanın, mutluluğun şifrelerini vermeyecek kadar insana küstüğünü düşünüyordu. Geriye dönmek ve onunla barışmak için çok geç kalınmış bir devrin insanlarıydı. Her kuşak, kendisinden önce gelenlerin günahlarının vebalini ödüyordu.

Hak, hukuk, adalet, eşitlik, özgürlük... Hepsi insan icadı kavramlardı. Doğal yaşamda hiçbirisine yer yoktu. Birer ütopya olarak türemiş, ancak kendilerine birer adım yaklaşılması ya da uzaklaşılması mümkün olabilen, ama asla gerçekleşmeyecek birer hayalden ibarettiler. İnsanlık, acılarla örülü tarihinde, bu hayaller uğruna çok kan akıtmış, çok hüsranlar yaşamıştı.

Başka icatları da vardı insanın.. Aşk, sevgi, iyilik, dostluk gibi, aslında her birinin özünde "ben" olgusunun yattığı, ama kendisine bile itiraf etmekten çekindiği, aynaya bakmaktan daima korkmasına sebep, böyle saf (!) ve insancıl duyguları vardı. İcattan ziyade keşifti belki bunlar.. Kendi iç dünyasına yolculuk yapan insan, özündeki alaşımdan bunları çekip çıkarmış ve çoğunu zaman ve mekanın üstünde birer erdem olarak kabul etmişti.

Kainat insana "önce sen" diye fısıldıyordu halbu ki.. Kendi varlığını koruyacaksın herşeyden önce.. Kendine karşı tüm maddi manevi zararların önünde bir set gibi duracaksın. Sen insansın ve bencilsin. Önce kendini, sonra aileni, sonra çevreni, sonra milletini, sonra dünyanı... Çevresinde dalga dalga büyüyen halkanın tam merkezinde duruyordu insan. Onun için tüm yollar, erdemli/erdemsiz tüm amaçlar kendisine çıkıyordu.

Oysa yaşamak, kainata karşı bir meydan okuyuştu bazen.. Düşlerin ve düşüncelerin sınırı yoktu. İnsanlık, varoluş süresince sınırlarını aşmaya ve sırları çözmeye çabalıyordu. Felsefeyle, müzikle, resimle, yazıyla, şiirle, sanatla, bilimle.. Düşünce ve duygunun birleşerek, özgün bir varlığa, bir sese, bir ide'ye büründüğü herşeyle.. Hepsinin içinde, varolana başkaldırının gizlendiği ve ancak ardında aşkın mührünün bulunduğu bir isyan ateşi yanmaktaydı.

Ve herşeye rağmen önceliği bir başkasına verebilmek de vardı. Kendi varlığından geçmek, bir nevi yokluğa karışmak olarak algıladığı, hastalıklı bir ruh hali olarak tanımladığı "aşk", bu yüzden onun için kutsal bir duyguydu. Akıllılar kervanından sapmış bir deli gibi kaide dışıydı çünkü..

Kendine benzemeyen, -deş/-daş olmadığı insanların acılarını anlayabilmek, varlığının çok ötesinde olanlara uzanacak kadar büyük olmak ve tüm bunları, ikiyüzlü bir iyilik kisvesine bürünerek değil, tüm ortak zaafları ve acılarıyla, insan olmayı herşeyin üstüne koyarak yapabilmek de vardı neyse ki hayatta..

Huzuru hep kendi dışında arayan insan, hayatının en büyük savaşını kendisine karşı verdiğinin ise farkında değildi. Bu yüzden de sürekli gözleri uzaklara çevriliydi. İçten içe daha başka bir hayatın hayalini kursa da, baktığı gökyüzünün, bastığı toprağın aynı olacağını, içtiği suyun tadının asla değişmeyeceğini fark edemiyor, maddesel dünyasına biçilen değere göre ömrüne değer biçiyor ve gücüyle hayata katabileceği halde esirgediklerini düşünmektense, hayattan alamadıklarını görmeyi tercih ediyordu.

Belkide acıya katlanabilmenin ve kötülükleri kendi vicdanından azad ederek huzura kavuşmanın yolu, kendi iç dünyandaki karanlıklara cesurca dokunabilmekten ve o korunmalı öz varlığının da bir gün, bilerek ya da bilmeyerek, bir başkasının yangınına ateş olabileceğini anlayabilmekten geçiyordu. Yaşamak, en çok da bu yüzden zordu.


3 yorum:

atesinsesi dedi ki...

ölü denizyıldızları toplamaktan geliyordu adam
oysa mutluluk heybesi boştu.
kekeleyerek bir şeyler fısıldadı
rüzgara yoldaş kırlangıç sürüleri geçiyordu uzaklardan.
iğnenin deliğinden görülen yitik bir kenttin
altın anahtarını arıyordu sözcükleri.

t.kurt/ yazını okuyunca yazdım düşüncelerimi işte böyle.

paradoks dedi ki...

..ve denizyıldızlarından birinin yaşadığını fark etti.. denize atmak için yöneldiğinde, karşısına çıkan yaşlı adam "o denizyıldızını atacaksın da ne olacak ki, deniz için hiç bir şey değişmez" dedi.. cevap verdi adam: "denizyıldızı için çok şey fark eder ama.." heybesinde artık yaşam vardı..
...
teşekkür ederim..

atesinsesi dedi ki...

denizyildizi işte