24 Ağustos 2008 Pazar

sana vişne bahçesi vaadetmedim..

Kar, yavaş yavaş tipiye dönüşüyordu. Dondurucu bir ayaz hakimdi şehre.. Mantosunun yakasını iyice yukarı kaldırdı. Kot pantolon, soğuğu adeta üzerine çekip, iyice bacaklarına yansıtıyordu. Nerden aklına gelmişti bu havada Kızılay'a inmek?.. Ayağındaki postal benzeri botlarla, bembeyaz örtünün üzerinde bata çıka yürüyordu. Bu botlar, evde az alay konusu olmamıştı hani.. "Nerden bulursun bu erkek ayakkabısı kılıklı pabuçları?.." derdi annesi.. "Herşey bir yana, insanın ayakları rahat etmeli.. ben de bunlarla rahatım.." diye yanıt verirdi her seferinde.. Ayaz yüzüne vurmasın diye, yere bakarak yürüdüğünden, uçları çamura bulanmış botlarıyla sürekli göz göze geliyor, annesinin sözleri kulağında yankılanırken, manzara daha da bir komik gözüküyordu gözüne..


Aslında bu karakışta onu çağıran şeyin ne olduğunu çok iyi biliyordu. Lise yıllarından kalma bir mekanın özlemiydi bu.. Üniversite dersleri olanca ağırlığıyla gelip hayatının orta yerine yerleşince, eskiden kalma çoğu alışkanlık, yerini başka başka şeylere bırakmıştı. İşte şimdi anıları tazeleme zamanıydı. O mekanın adı ise: Karanfil Pasajı.. Hem lise, hem de dershane hayatından en yakın arkadaşı olan Handan'la, az çiğnememişlerdi bu kaldırımları.. Haftada birkaç kez dershane çıkışı otobüse binmeden önce, bu pasaja gelirlerdi. Pasaj içine, envai çeşit takının bulunduğu gümüşçülerle, her tür birinci ve ikinci el kitabın bulunabileceği sahaflar hakimdi. Handan'ın ilgisini daha ziyade gümüşçüler çeker, her gidişlerinde bir gümüş yüzük ya da küpe almadan çıkmazdı. Yıllar sonra bir bankacı olduğunda da, bu gümüş merakından vazgeçmeyecekti. Onun ilgi alanında ise kitaplar vardı. Sıra sıra kitapların dizili olduğu rafları, adeta, küçük bir çocuğun, rengarenk şekerlerin dizili olduğu şekerci dükkanının vitrinini izlemesi gibi izlerdi.


Aslında Karanfil Pasajı, içeriden bir kapıyla, hemen yanıbaşındaki Birlik Pasajı'na bağlanmaktaydı. Kitapçıların bulunduğu yer de orasıydı. Ama diğeri daha fazla nam yaptığından, bu iki kardeş, sadece birinin ismiyle anılır olmuştu.


Kimi zaman birinci, kimi zaman ikinci el kitaplardan satın alır, mekanın raconu gereği, çoğu kez okuduktan sonra getirip başka kitaplarla değiş tokuş ederdi. Tuhaftır ama, eski püskü ikinci el kitaplar daha çok ilgisini çekerdi. Onlara başka eller değmiş, satır aralarında dolaşmış, sayfalarını çevirmiş ve başka gözler üzerinde gezinmiş olduğundandı belkide.. Sadece bir bedene, bir cisme değil, aynı zamanda bir ruha da sahipti onlar.. Kapaklarını açtığında, kendisini fantastik bir öykünün içinde bulacakmış, kendisiyle konuşacakmış gibi bir intiba uyandırırlardı. Kimi zaman içlerinde kurşun ya da rengi soluk tükenmez kalemle yazılmış, çizilmiş şeyler olurdu. Bir duygu ifadesi, bir sıkıntı hali, bir düşünce yansıması.. Gaipten gelen bir ruhun, kendisiyle iletişim kurması gibi birşeydi bu.. Heyecana kapılır, okurun ruh hali hakkında türlü çıkarımlar yapmaya çalışırdı.

Neredeyse varmak üzereydi. İşte, bu tipili bulanık havada, karşıdan, bir canavarın açık ağzı ya da sırlarla dolu bir mağara gibi gözüken şu karaltı, pasajın girişiydi. Basamakların başında, postal bozması botlarını yere vurarak iyice çırptı. Koşar adım indi merdivenleri.. Karanfil'i, gücenmesin diye şöyle bir vitrinlerine göz atıp geçtikte sonra, gizli bir geçide girer gibi araladı kapıyı.. İşte hepsi karşısına dizilmişler, bu tanıdık gelen simaya 'hoşgeldin' der gibi bakıyorlardı. Şiir, roman, felsefe kitapları, bestseller'lar... yıllar öncesinin dergileri bile mevcuttu burada..

En baştaki dükkandan içeriye daldı. Orta boylu, hafif kilolu, saçlarının boyası gelmeye yüz tutmuş bir kadın, okumakta olduğu kitaptan başını usulca kaldırıp, gözlük camlarının üzerinden kendisine baktı. Burada, zaman ağır adımlarla ilerlemekteydi sanki.. Böyle bir hazineyi saklamak, zor zanaatti ne de olsa.. Buranın kokusuna bile bir ağırlık hakimdi.

"Buyrun, neye bakmıştınız?.." diye sordu kadın... "Aslında vaktim olsa, hepsine tek tek bakmak istiyorum" diye yanıt verdi gülümseyerek.. Kadın, aynı tebessümle karşılık verdi. 'Her gün kaç çeşit insanla karşılaşıyor kim bilir?..' diye geçirdi içinden.. 'Hala tebessüm edebilmesi ne güzel..'

Kadın, kendisini serbest bıraktığını belli eder bir tavırla, hiç orada yokmuş gibi, tekrar okumakta olduğu kitaba eğildi. Bu sırada gözleri, pembe renkli, ince bir kitaba takıldı. Eline aldığı kitabın kapağında bir geç kız resmi vardı ve şöyle yazıyordu:


"SANA GÜL BAHÇESİ VAADETMEDİM"


Bu isim, adını koyamadığı tuhaf korkuları davet etmiş olacaktı ki, kitabı aldığı gibi yerine koydu. Saçma sapan bir endişeye kapılmıştı. Ümit Yaşar Oğuzcan serisinden bir şiir kitabı ve ikinci el bir dünya klasiği alıp çıktı. Ama bu kitap, adeta gün yüzüne çıkacağı zamanı bekleyen bir kara büyü gibi, bilincinin gizli dehlizlerinde yer bulacaktı kendine..

Gül değil ama, hayalleri ona vişne bahçeleri vaadediyordu. Vişne bahçeleri ise zeytin karası gözleri.. Bir manzara beliriyordu önünde.. Bir tepenin yamacında, bahçe içine kurulu küçücük bir ev.. Bahçe içinde bir beyaz araba.. Akşamüzeri o bahçede gezinen bir siluet.. Aynı vişne dalına uzanmış iki ürkek el.. Arabanın dikiz aynasından, arka koltuktaki gözlere kaçamak bakışlar.. Vişne dallarının altında birbirine bakamayışlar.. Kan kırmızısı vişne lekeleri.. Gecenin bir yarısı, ab-ı hayat gibi vişne suyunu kafaya dikiş.. Vişne zamanları..

Vaadler yerine getirilmemek üzere veriliyordu çoğu zaman..

"..ya hayat bana vişne bahçesi vaadetmemişse" diye iç geçirdi. Bunu öğrenmeye hazır değildi henüz.. Yıllar sonra, bir vişne zamanı, alakasız bir nedenle, bu kitabı ve karanlık bir kuyu gibi içine düştüğü o gözlerde saklı vişne bahçesi vaadini tekrar hatırlayacağından ise henüz habersizdi.

Bir gece yarısı, okumaya artık hazır olduğunu hissedip, o kitabı tekrar bulmaya karar vereceğinden de...

..............

1 yorum:

...ve], dedi ki...

vaad ,vaadedilmemesi gereken yegane şey...