20 Aralık 2008 Cumartesi

güneşi uyandırmak için...


bu sabah doğdum küçük bir kızçocuğu olarak
hırçın dere ninni söylerken seyyaha
şahinler bir düş taşıyordu dağların doruklarından
göğün orta yerine ateş yakarken periler
geceden sızıyordu okyanusun mavi kanı
ve uyandım yeniden doğarak
düşler kulesinin gizli odasında
dünya adlı oyuncakla hayatçılık oynamak için
safran sarısı sokağı beyaza boyarken kuşlar
ak sakallı dedeye teşekkür ettim
koynuma biraz umut doldurmam için
pamuk şekerleri serpmiş ya yeryüzüne
bir oyunun perdesi kapansa bile
ardına kadar açtım kapılarımı yarına
ve bu sabah gümüş rengi bir uykunun içinde
alnına kocaman öpücük kondurdum gökyüzünün
güneşi ansızın uyandırmak için
* * * * *

Yaşamanın tek yaşanılır tarafı, geleceğin bilinmez oluşu mu acaba?

Meçhule doğru giden bir trenin içinde, karşımıza hangi güzel manzaranın ya da hangi karanlık tünelin çıkacağını bilemeden seyahat eden yolcularız hepimiz.. Umudu doğuran da, hayatın bu muammalı yüzü ya zaten.. Bunun içindir ki, hayat bir bekleyiş, umutsa tutunduğumuz dal olur kimi zaman..

Beklemek..
Sabırla ve şikayetsiz.. Umudu yoldaş belleyerek beklemek..

O umut ki, gecenin siyahını delip geçen, tavana dikili bir çift gözün sancısıdır. Yağmurun hışmından pencerenin kuytusuna sığınan güvercini anlayabilmek bazen de..

Değil mi ki, her gece sabaha çıkacak ille de..

Uyanacağımıza emin olmasak, uykuya dalar mıydık hiç gönül rahatlığıyla?.. Uyumak, uyanmayı beklemek olmasaydı eğer?..

Gözümüzü açtığımız her gün, sürprizlerle dolu bir hediye paketini ellerinde tutmak gibidir. En ummadığımız anda değişiverir hayat döngüsü.. Geçtiğimiz dönemeçlerin kaç derecelik açıya sahip olduklarını sonradan fark eder ve hayretlere düşeriz. İnsan olmanın cilvesidir işte bu.. Okuduğumuz bir kitap, izlediğimiz bir film, gezdiğimiz bir yer.. fark ettirmeden usulca dokundurur sihirli değneğini..

ve bazen de bir insan..

100 yıllık uykudan uyandırma kudretine sahip insan.. Belki de odur, gizliden gizliye beklediğimiz

Belkide umut denilen şey, hayatın alnına "olabilir" sözcüğünü dayamaktır.. ya da "zor" ile "imkansız" arasındaki 7 farkı bulabilmek belkide.. Olamaz mı?.. Olabilir.

* * * * *

Dünsüzlük.. Bugünsüzlük.. Yarınsızlık..

Bir tercih hakkım olsa hangisini seçerdim?

Anılarımın yağmalanmasına göz yumabilir miyim? Kabuk bağlayan ama hala içten içe kanayan yaraların acısına rağmen..

Ya bugün?.. "Hayat bir gün, o gün de bugün" ise dedikleri gibi.. Sormaz mı "bugün": "Keşkeleri hayatın bağrından söküp atabilmek için ne yapıyorsun ey insanoğlu?!.. Kendine bile güvenin olmadığı için cesaretini hapsetmekten başka?.." Hakkını alamamış yanıtsız bir soru gibi iner üstümüze bazen bugün..

Yarınlar.. Uyanacağımız sabahlar, uyandıracağımız güneşler var daha, sayısını bilmediğimiz.. Kuşlara soruyor ya hani şarkıda:"ya umutlar biterse?"..

Düşünce, umuttur oysa..

Dünyan dört duvar da olsa, hayal ülkesinin denizlerinde yelken açabilmek de var mavilere.. Bir martı olup kanat çırpabilmek de var özgürlüğe.. Umudun yitişi, "kırmızı yanıyor artık.. dursana ey zaman!" demekten başka birşey bırakmaz ki geriye.. ve bazen de düşünür insan.. Hayattan kesemediğin umut, seni kesebilir mi bir gün hayattan? Ne derece büyükse umudun, hayal kırıklığın o kadar yakıcı mı acaba?

Yaşamak..
Sevdasına kar yağarken türkü gibi yaşamak.. Bahar gelsin diye kışlara bürünmek.. Kış dirençtir. Uyanmaya yattığı uykusudur doğanın.. Bakarsın bir Nisan sabahı ellerin değer yine gökyüzüne.. Neden olmasın?


* * * * *


2 0 0 9 . . .
heybendeki gözyaşlarını geldiğin yerde bırak..
umut taşı, ışık getir hepimiz için..
getir ki;
yansın gökyüzünde meşaleleri sevdanın..
güneşi her sabah biz uyandıralım..

17 Aralık 2008 Çarşamba

sessiz çakıl taşları


sana yalan söyleyemem

gerçeğin değilim ki

yalanlar gerçekte saklıdır

rüyalarsa asla yalan söylemez

ve geçmiş en tatlı rüyadır insan için






yalnızca dinle bugün..
bir ipe dizip sana dair kelimeleri
kolye diye taktım bugün boynuma
ve meçhulden atılmış bir zarfın içinde
tek bir geceni çalmaya geldik:
geçtiğimiz zaman ve ben
ayrı pencerelerden aynı yola baktığımız günlerin sesiyle geldik kapına
uykunun sevdaya yenik düştüğü gecelerdi
gecesi sabahından aydınlık zamanlardı hani
ve bir temmuz akşamı olsa gerek tattığım ilk hasretini
işte o yaz gecelerinin şarkılarını getirdim bu gece sana
bir gülüşte akdeniz yaptığımız iklimleri
tek nefeslik duraklarda açan çiçekleri
vazgeçtiğimiz bütün sözleri
-bir ah desen yetecekti
sen başkaydın hani
aşk o zaman aşktı ancak
aşk için ölmeliydi


ve ilk kez ölümün tadına
senin gözlerinden baktığım saatleri
kirpiklerinde sönerken bir mum gibi
gözlerinde yaşamayı görmüştüm
uçurum zamanlarında bu maceranın
bin parçaya bölünmüştüm
hiç akıllanmaz mı insan sevdadan?
aklımı adınla öldürmüştüm


sevdasına hazan düşmüş sokakların çaresizliğini
bir kuytuda felç olmuş bütün yeminlerimizi
sen uyurken ayışığının yıkadığı pencereni getirdim bir de
dalgalı siyah bir hasretti saçlarında zaman
bilmediğim geleceğe ağladığım sessizlikti
şimdi bildiğim geçmişe ağladığım gibi


küçük bir kır papatyasına sormuştum da
senin beni sevdiğini söylemişti
inan hiçbir yalan bu kadar tatlı değildi
ve ahı tuttu o papatyanın
koparken senin toprağından
bu kadar canımın yanacağı
hiç aklıma gelmemişti


çocukça bir şakaydı da hayat
bir gün çakıl taşları doldurmuştum avuçlarıma
adını yazmıştım bir kalp içinde yola
seni görünce köşebaşında
kaçıp saklanmıştım duvarın arkasına
o duvar ki dili olsa da konuşsa..
sahi görmüş müydün?
gülmüş müydün acaba?

durup bir hayatın aynı noktasında
ayrı yönlere gittiğimiz o yol var ya hani
ömrüme sindi o yolun toprak kokusu
duyuyor musun?
şimdi seni anlatırken bana bu şehir
tadını unuttuğum bir yerin adını fısıldıyor sessizce
doğduğumuz, büyüdüğümüz, öldüğümüz
çatılarından hayata atladığımız
yağmuru sessiz bir bulut
bulutu ölü bir yağmur olmuş toprağımız
ilk durağımız
tutunamadığımız...


o en mutlu, en sancılı, en güçlü ve en hüzünlü..
s/enli bütün günlerimden borcum var sana
çakıl taşları da yok artık
şimdi göçüklerim var ceplerimde
yazamadığım adın var bir de


ve ben
sararmış bir zarfın içinde
ölü çakıl taşlarının sessizliğinde
kurşuni bir bakışa dizdim bu gece
bütün bildiklerimi

15 Aralık 2008 Pazartesi

şarkılarda yaşar aşkların en divanesi..


yüzünde hüzünbaz bir sevinç vardı

ve gözlerinde kahverengi bir hece

-aşk-

şeffaf bir matem olmuş

süzülüyordu yanaklarından

ayrılığın ezgisi

yüreğimle sildim

sen görmedin

sen sustun bütün şarkılarını

ben hep dinledim





"Hayat, biz gelecek hakkında planlar yaparken başımıza gelenlerdir"



Dalgın bir anına denk getirip, kaderi kandırabileceğim hissine kapılıyorum bazen. Kuyruğunu, tutabileceğine dair sarsılmaz bir inançla kovalayıp duran küçük kedi yavruları vardır ya hani.. Kovaladığım, bazen çok yaklaştığım, ama asla tutamadığım birşey var.


Henüz küçük yaşlardayken keşfettiğim ve hala sürdürdüğüm bir oyunu oynuyorum. İçinde bulunduğum ana uygun bir şarkı sözü yakalamak. Esasında, şarkılar mı hayattan çıkıyor, yoksa hayat mı şarkılardan?.. Bu paradoksu çözmesi zor.. Arayıp bulduklarım değil onlar.. Gelip beni bulan şarkılar..

Gülünce dudakların

Bir kırmızı güle benzerdi

Ben dudaklarını

Sense gülleri severdin


Benimkisi daha ziyade "iki şarkı arası yaşamak" gibi bir şey aslında.. Hayatı şarkı sözlerinde, melodilerde adımlamak.. Do diyezlerde, re bemollerde hayatın matematiksel ritmine dokunmak.. 8-4-2-1 vuruşluk tellerde parmakların kendi yolunu bulması.. Sesler.. Orada öylece durup, keşfedilmeyi, bir melodiye dönüştürülmeyi bekleyen saklı bir dünya..


Ritm.. Müzik.. Dans.. Aşk!


ve tango..



Seni sevmem de haksız

Sevdim demem de haksız

Fakat ne çok insafsız simsiyah bakışların

Bir ılık gece gibi simsiyah bakışların

Aşk dolu rüya gibi simsiyah bakışların

O ne bakışlar öyle

Taş mı olsaydım söyle

Beni çıldırtan böyle simsiyah bakışların

Deli ettin beni sen

Senin oldum artık ben

Bayram etsin o gülen simsiyah bakışların



Bazen de hiç bilmediğin, hiç duymadığın bir dilde söylenen yanık bir ezgi, seni alıp başka diyarlara götürür. O toprakların acılarını, sevdalarını, kayıplarını haykırır sana.. Notalar ağlar mı?.. Ağlayabilir, seni de ortak ederek gözyaşlarına..

"Sa o Roma, babo babo, Eeee...

Erdelezi, Erdelezi.

Sa o Roma Daje"


Çocukluğunun hıdırellezlerine gidersin birden. Başka bir coğrafyada, "erdelezi" olmuş senin hıdırellezin.. ve bir genç kızın ağıdında özlemle dolar için.. Ezgiler, dünyanın neresine giderse gitsin, hiç değişmeyecek şeyler olduğunu öğretir insan için..



"Gelsin hayat bildiği gibi gelsin,

İşimiz bu.. yaşamak..

Unuttum bildiğimi doğarken,

Umudum ölmeden hatırlamak "



Ölmeden önce hatırlanacak ne çok şey var. Zaman bu aralar daha bi hızlı geçiyor sanki.. Hayat hep bildiği gibi gelirken, unutturuyor doğarken bildiklerimizi.. Yaşayamadıklarımız, yaşadıklarımızı aşıyor, dünya oyalarken bizi..

4 Aralık 2008 Perşembe

Yol




"Sonunun ne zaman ve ne şekilde yazılacağını (ya da çoktan yazıldığını) bilmediğim bir hikayenin içindeyim" diye düşündü. İnsan ve insana ait düşünceler, içinde bulunduğu zaman dilimlerine göre değişkenlik gösterdiği için, kendisini tanımakta ve tanımlamakta daima güçlük çekmişti. Kimdi gerçekten o? Kendisi için uyarlanan kelimeler, içindeki insanı anlatmaya yetmiyordu. Yaşamın en etkili silahı olan sözcükler bile insanın karmaşıklığı karşısında aciz kalabiliyordu.

Kendi seçimi olmayan biriydi o.. Üzerine yapışan tüm etiketler, içinde doğduğu zaman ve mekanın eseriydi. Ne cinsiyeti, ne milliyeti, ne dini, ne de hayalleri kendisine ait değildi. Ait değildi ama olağandı hepsi.. ve olağana alışmak ömrünün en zor ve bitimsiz sınavıydı adeta.

Hayatın tanımı ise, geçtiği zamansal dönemeçlere göre değişkenlik göstermekteydi. Şu anda, başkasının zihninde kurgulanarak sınırları çizilen bir serüven gibi görünüyordu gözüne.. Birkaç yıl öncesine kadar ise, varılacak bir yerdi hayat. Her adımında biraz daha tırmandığın ve zirvesini görebildiğin bir dağ gibiydi. Şimdi ise önünde bir yol uzanıyordu sanki. Ama, dairesel bir döngü müydü, yoksa yürüdükçe ardında bıraktıklarına el salladığın bir uzantı mı, işte buna henüz karar verememişti.

Yaşamanın bir anlamı olmalıydı. İnsan, kendini bir toplumun ferdi olarak buluyor ve o toplumun değer yargılarına göre şekil alıyordu. Sınırları çizilmiş bir dünyanın içinde devinip durmak mıydı o amaç? Peki ya toplum, insan doğasına ters kurallarla şekillenmişse? Her insanın hayatının amacı başkalarınca belirlenmiyor muydu? Hayattan ne istediğimiz, başkalarının bizden ne istediğine feda edilmiyordu daima?..

Çoğu insandan hayatın amacının mutluluk olduğunu duymuştu. Mutluluk neydi peki? Süreksiz bir hal, bir an parçası değil mi? Mutlak mutluluk yoktu. Özgür olmayan insan ne kadar mutlu olabilir ki zaten? Ruhu bedenine, bedeni beton bloklar arasına sıkışmış insan, ne kadar da zavallıydı. Sırlar doğada saklıydı belki. Ama artık doğanın, mutluluğun şifrelerini vermeyecek kadar insana küstüğünü düşünüyordu. Geriye dönmek ve onunla barışmak için çok geç kalınmış bir devrin insanlarıydı. Her kuşak, kendisinden önce gelenlerin günahlarının vebalini ödüyordu.

Hak, hukuk, adalet, eşitlik, özgürlük... Hepsi insan icadı kavramlardı. Doğal yaşamda hiçbirisine yer yoktu. Birer ütopya olarak türemiş, ancak kendilerine birer adım yaklaşılması ya da uzaklaşılması mümkün olabilen, ama asla gerçekleşmeyecek birer hayalden ibarettiler. İnsanlık, acılarla örülü tarihinde, bu hayaller uğruna çok kan akıtmış, çok hüsranlar yaşamıştı.

Başka icatları da vardı insanın.. Aşk, sevgi, iyilik, dostluk gibi, aslında her birinin özünde "ben" olgusunun yattığı, ama kendisine bile itiraf etmekten çekindiği, aynaya bakmaktan daima korkmasına sebep, böyle saf (!) ve insancıl duyguları vardı. İcattan ziyade keşifti belki bunlar.. Kendi iç dünyasına yolculuk yapan insan, özündeki alaşımdan bunları çekip çıkarmış ve çoğunu zaman ve mekanın üstünde birer erdem olarak kabul etmişti.

Kainat insana "önce sen" diye fısıldıyordu halbu ki.. Kendi varlığını koruyacaksın herşeyden önce.. Kendine karşı tüm maddi manevi zararların önünde bir set gibi duracaksın. Sen insansın ve bencilsin. Önce kendini, sonra aileni, sonra çevreni, sonra milletini, sonra dünyanı... Çevresinde dalga dalga büyüyen halkanın tam merkezinde duruyordu insan. Onun için tüm yollar, erdemli/erdemsiz tüm amaçlar kendisine çıkıyordu.

Oysa yaşamak, kainata karşı bir meydan okuyuştu bazen.. Düşlerin ve düşüncelerin sınırı yoktu. İnsanlık, varoluş süresince sınırlarını aşmaya ve sırları çözmeye çabalıyordu. Felsefeyle, müzikle, resimle, yazıyla, şiirle, sanatla, bilimle.. Düşünce ve duygunun birleşerek, özgün bir varlığa, bir sese, bir ide'ye büründüğü herşeyle.. Hepsinin içinde, varolana başkaldırının gizlendiği ve ancak ardında aşkın mührünün bulunduğu bir isyan ateşi yanmaktaydı.

Ve herşeye rağmen önceliği bir başkasına verebilmek de vardı. Kendi varlığından geçmek, bir nevi yokluğa karışmak olarak algıladığı, hastalıklı bir ruh hali olarak tanımladığı "aşk", bu yüzden onun için kutsal bir duyguydu. Akıllılar kervanından sapmış bir deli gibi kaide dışıydı çünkü..

Kendine benzemeyen, -deş/-daş olmadığı insanların acılarını anlayabilmek, varlığının çok ötesinde olanlara uzanacak kadar büyük olmak ve tüm bunları, ikiyüzlü bir iyilik kisvesine bürünerek değil, tüm ortak zaafları ve acılarıyla, insan olmayı herşeyin üstüne koyarak yapabilmek de vardı neyse ki hayatta..

Huzuru hep kendi dışında arayan insan, hayatının en büyük savaşını kendisine karşı verdiğinin ise farkında değildi. Bu yüzden de sürekli gözleri uzaklara çevriliydi. İçten içe daha başka bir hayatın hayalini kursa da, baktığı gökyüzünün, bastığı toprağın aynı olacağını, içtiği suyun tadının asla değişmeyeceğini fark edemiyor, maddesel dünyasına biçilen değere göre ömrüne değer biçiyor ve gücüyle hayata katabileceği halde esirgediklerini düşünmektense, hayattan alamadıklarını görmeyi tercih ediyordu.

Belkide acıya katlanabilmenin ve kötülükleri kendi vicdanından azad ederek huzura kavuşmanın yolu, kendi iç dünyandaki karanlıklara cesurca dokunabilmekten ve o korunmalı öz varlığının da bir gün, bilerek ya da bilmeyerek, bir başkasının yangınına ateş olabileceğini anlayabilmekten geçiyordu. Yaşamak, en çok da bu yüzden zordu.


3 Aralık 2008 Çarşamba

rıhtım


sen
rüzgara kapılarını sımsıkı kapayan
benliğini dikenli tellerle koruyan
dünle bugünü kurban edip yarına
kopardığı takvim yapraklarının ardına
incecik hesaplar yapan sen
öyle çok, öyle kalabalıksın ki..
sesim nasıl ulaşsın sana?
varlığından hayli uzaklara düşmüşüm
milim kalsa susar yangının yankısı
hem biliyor musun ki,
ben
esmeyi özlüyorum en savruk tarafımla
deli gömleğine geçirirken herkesi hayat
yarınımdan geçtim amma
ölümü düşlüyorum bazen
kopan yerlerine bir bir
pansuman yapıyorum takvimlerin
en ağır bilançosu çıkıyor dünümün:
isimsizliğinin hanesine yazılı anlar
ve en ince hesabı ömrümün:
yazar olsa şu gariban parmaklar
'bu hayattan kaç sayfalık roman çıkar?'
....
şu med-cezir akşamında yapayangınım
zamansızlığa tutunmuşum
gözlerim hala gidişinin ufkunda
dirhem dirhem kayboluşunu seyrediyorum
payıma düşen yüzün de olsa hüzün de
paydası sensin ya işte
ve eğer gittiğin özgürlükse bir de
bil ki artık üzülmüyorum

30 Kasım 2008 Pazar

anı&an

kimileri nefes aldığı halde yaşamazken,
kimileri nefessiz var'dır.
kimileri başka diyara yol eylerken,
ardlarından kimlerin 'zamansız' ağlayacağını,
kimlerin hayatına dokunup geçtiklerini
asla bilememeyi de yanlarında götürür.
zaten bu dünyada çoğu şey
bilmeden yaşanır
ya da yaşamadan bilinir


Şair ceketli çocuğun anısına..






'Şarkılar politikadan, kurumlardan, sistemden daha güçlüdür.
Hayatın sonuna kadar kalabilirler, temizdirler ve
bir çok güzel şeye sebep olabilirler.
İktidarlar, sistemler yıkılabilir, devirler değişebilir,
şimdi dünyayı yönetenler kısa bir süre sonra
üstelik bütün kötülüklerine rağmen
unutulabilirler.'




İşte gidiyorum, birşey demeden
Arkamı dönmeden, şikayet etmeden
Hiçbirşey almadan, birşey vermeden
Yol ayrılmış, görmeden gidiyorum


Ne küslük var, ne pişmanlık kalbimde
Yürüyorum sanki senin yanında
Sesin uzaklaşır herbir adımda
Ayak izim kalmadan gidiyorum


Gerdiğin tel kalbimde kırılmadı
Gönülkuşu şarkıdan yorulmadı
Bana kimse sen gibi sarılmadı
Işığımız sönmeden gidiyorum


27 Kasım 2008 Perşembe

iz



yine kulağımda o hüzzam şarkı
şehir yağmur fısıldıyordu
dinleyerek geçtim kaldırımları
her sokak sensizliğe çıkıyordu
bir damla hasret düşerken yanağıma
ellerinin izine dokundu bakışlarım
gözlerimi açtığımda gördüğüm rüya
gerçeğin ötesiydi bıraktıkların

21 Kasım 2008 Cuma

..şimdi.



dar geçit
ahşap sokak
dar sokağın ahşap geçitleri
geçitler üstünde adımlamak sisleri
sislerin ardı taş duvar ağlayan
birimiz duvarda yürümekli
öteki gülmeye çeyrek vaktinde

nemde hava
havada gece
nemli gecenin havası var şehirde
doluyor rengi ciğerlere çektikçe
köşebaşı şarkıları susuyor komidinlerde
çekmecelere dökülürken şarap rengi hüzünler
-enkırmızısından
beyazişi örtülere al al leke işledim
üzüm kokusu düşlerin sindiği odalarda


geçebilseydim sokakbaşlarını tutan sağır yalnızlığı
sana ellerimle bulut kokusu getirmek vardı


..şimdi.

20 Kasım 2008 Perşembe

son yağmur gecesi..




Senelerdir yazdığı şiirleri sonunda bir kitapta toplanmıştı. Şiir kitabı basıldıktan sonra tebrik etmek için aradığında, yıllar sonra yeniden o sesi duymak... Teşekkür kelimeleri dudaklarına dolanmıştı adeta.. Ne söylemiş, buluşma teklifini kabul ederken sesinin titremesine nasıl hakim olabilmişti. Hiçbirini hatırlamıyordu.

Şimdi de onca zaman sonra ilk kez karşısında durmanın heyecanını taşıyordu kalbi.. ve atışlarının, ses tonunu bastırmaması için içsel bir uğraş içindeydi. Sanki geride bıraktığı onca seneyi, bu anı yaşamak için bir bekleyiş olarak geçirmişti. Şarkılardan öğrenmişti belkide, hayatta bazı şeylerin yarım kalamayacağını...

elbet bir gün buluşacağız

bu böyle yarım kalmayacak

İnsan bir gün geçmişiyle karşılaşabilir mi? Onunla yüz yüze oturabilir mi? Taa gözlerinin içine bakabilir mi? Eğer bütün bunlar mümkünse, tam da şu anda kendisinin yaşadığı şey olmalıydı. Karşısında ete kemiğe bürünmüş duruyordu işte.. Çocukluğunun kıvırcık saçlı, hercai delikanlısı, şimdi olgun bir adam tebessümüyle gözlerini dikmiş, kendisine bakıyordu.

Yanaklarının renkten renge girdiğinin farkındaydı. Bakışlarını yere indirdiğinde, kucağındaki kitaba değdi gözleri.. Bu kitap.. Elinde tutamadığın zamanları bir şekle, bir cisme büründürme çabasının ürünü değil miydi? Hayat kumaşından, kendine özgü kelimelerle diktiğin bir giysi değil de neydi? Sanki o zaman yaşadıklarını elinde tutabilecekmişsin gibi..

-Çok iyi görünüyorsun, hiç değişmemişsin.. dedi adam..

-Sen de öyle.. diye gülümseyerek karşılık verdi kadın..

-Şiirlerini okudum. Çok beğendim. Tebrik ederim yeniden.. Belki şifreler yakaladım ortaklıklara ait.. Ortak geçmişimizden parçalar bulup, çocukluğumuzun o tozlu sokaklarında yeniden dolaştım. Geçmişten zaman ve mekan kokusu yaymışsın kelimelerinle, bisikletimle geçtim adeta satırlarından.. Yeniden çocuk oldum. Bunun için de ayrıca teşekkür ederim. Duyduğum kadarıyla, kitap satışları da hiç fena gitmiyormuş..

-İnsanların bu devirde hala şiire itibar etmeleri, üstelik de bir kitaptan alıp okumaları bile tuhaf aslında, değil mi?.. diyebildi ancak, manidar bir gülümsemeyle..


(Hislerimizi dondurup kavanozlara saklamadık mı çoktan?.. Duyguyu taşımak ve dahası onu gözler önüne sermek.. nice zamandır acizlik olarak algılanmakta değil mi? Öyle değil mi be adam?!)

..diye geçirdi içinden..


-Nasıl yazdın bu şiirleri?.. diye sordu adam..

Kadının gözleri, adamın yüzünü dolaşıyordu o sırada.. Kilometrelerce mesafelik alan vardı sanki bu yüzde.. Bitsin istemiyordu. Hayalinde çizdiği bir resimdi o.. Hayal olduğu derece gerçekti. Gerçek olduğu kadar hayal.. Yol yol dolaşıyor, yolunu kaybediyor, yönünü şaşırıyordu her metresinde.. Bu şaşkınlık, geçmişten tanıdıktı. Bağışıklık kazandığı acıların önsözüydü bu şaşkınlık hali.. Bu duruma yabancı değildi. Hiç içinden çıkamadığı anlara aitti.. ve o anlar da hep kendisine ait olmuştu.


Ne cevap verecekti şimdi?

(Ben bir çocuğu sakladım yüreğimde.. Seni taşıdım içimde.. Sen hep ondört yaşındaydın.. Büyümene, kirlenmene hiç izin vermedim. Öyle olduğun için de hep güzel kaldın bende.. Hiç benim olmadığın için hep güzel kaldın.. ve bu yüzden hep benim kaldın belkide.. Sana dokunmama, seni kırmama izin vermedi hiç hayat.. Adına "aşk" bile diyemediğim, yeryüzündeki hiçbir isme sığdıramadığım o duygu, öylesine güzel ve temizdi ki, ona kıyamadı hayat..

Ben büyüdükçe o da büyüdü. Hayatı seyreden gözüm, dokunduğum ellerim oldu. Yoksa iliklerime kadar dolar mıydı yaşamak denilen şey?.. Baktığım her yüzde bir parça buldum senden.. Her gün bir başka halini yaşadım. Seni hiç öldürmedim. "Bendeki sen"in sana ihtiyacı yok ki.. Bunun için de hiç ölmeyeceksin, ta ki ben ölene kadar.. Belki sonra da.. Belki bu şiirler benden sonra yaşaman için yazılmıştır sana..

Bu kitap da senin bendeki resmin işte.. Kelimelere seni kattım, şiir oldular. Kelimeleri sana katamıyorum. Konuşamıyorum işte karşında.. Yıllar, yollar, insanlar değil; koskoca bir hayat girdi aramıza..)

..diyemedi.

-Hayal.. hepsi hayal ürünü sadece.. -mış gibi yapıyorum, kendimi başkalarının yerine koyuyorum.. ve kelimeler kendiliğinden dökülüveriyor. Birazcık sanatçı ruhu olan, hissiyatı kuvvetli olan herkesin yapabileceği bir şey aslında.. Hayatta malzeme çok şiire.. Yapılması gereken şey sadece onları arayıp bulmak..

..diyebildi.

Söylediklerine kendisi bile inanmamıştı. Asırlar gibi gelen sessiz saniyeler geçti aradan.. Hergün hayalinde konuştuğu varlığın karşısında hayal gibi susuyordu şimdi.. Adamın bakışlarına hüzün konmuştu. Konuşacak ne çok şeyleri vardı aslında.. Ama bazen konuşacak çok şey olduğunda, susmak daha çok yakışıyordu an'a.. Başının dönmesine engel olamıyordu kadın.. Rengi atmaya başlamıştı sanki.. "İyi misin, biraz yürüyelim mi?" dedi adam anlamış gibi.. Başıyla onayladı kadın..

***

Bir kadın.. bir adam.. bir mazi... Masadan kalktılar usulca.. Arkalarında gerçekten aynı masada oturduklarına kanıt, bir kül tablası içinde iki izmarit ve iki bardakta iki dudak izi bırakarak..


Bir kadın... bir adam...

Bir yolun tam ortasında.. omuzları bir karışlık mesafede, birbirlerine teğet yürüyorlardı..

Ömürlerinin tam ortasındaydılar belki.. ve hayat, aralarından teğet geçiyordu..

Bir şiir, yalınayak ardları sıra.. gölgelerini tutmaya çalışıyordu..

Zamansa, hiç birine acımıyordu.. geçiyordu..

..ve gökten üç satır düşüyordu :


"bir son yağmur gecesi,

yerler kurumamışken,

gelip beni çocukluğuma götürür müsün?"

6 Kasım 2008 Perşembe

belkide aşk, bir günahı sahiplenmekti..


bir günah gibi sahiplendim, seni sevdiğimi..
belkide aşk, bir günahı sahiplenmekti..


her gün, yeni bir gün/dem taşırmış ömre/ günlük manşetler birikirmiş ansiklopedik ciltlere..

ustura ağzı sabahlara uyanırmış bazen insan/ sessizliğin sesi batarmış gözbebeklerine..

bazen de tonlarca ağırlıkta olurmuşsun kendine/ kalbin aklına çok gelirmiş/ aklın da kalbine..

bir canı en fazla ne acıtır ki?

bir sesin acımasızca yankılanması mı/ sessizlik mi?

bir bıçağın paslı ucu mu/ yoksa yokluk mu?

bir yaşamın kırıntıları dökülürmüş bazen önüne/ toplamak istedikçe ellerine batarmış.
ve başka bir ömre tutsak edilirmiş kimi saatler/kaç tutsak gün devirdiğin hatırlanmazmış.
en ana yasasıymış hayatın, "aşk"/çoğu zaman el olup gidenlere yazılırmış.
bazı anlar varmış ki/"aşk, anlaşılma arzusundan başka bir şey değildir" diyeni hatırlatırmış.
belkide/ o yokken bile en sevdiği şarkıları mırıldanmakmış.
bazen de en büyük sevinçler için ayrılan koltuklara/ en derin kederler otururmuş sessizce..
yaşadığın sürece/sen ümidini kesemezmişsin ama/ bazen ümit kesermiş seni/hayattan.

bir yol boyu yürümekse ömür, gördüğüm en anlamlı manzaraydı varlığın..

yok işte!.. giriş/gelişme/sonuç yok bu ömürde..
geliştiğin yerde zıvanadan çıkmak var/sonuca varamadan dönmek bir de girişe..
ayaküstü sevinçler var, karışan/hüzne
sabun köpüğü gülüşler var, eriyen/ yüzde
bulduğun yerde kaybetmek/çokluğunu
kimvurduya göndermek/mutluluğunu
...

"sevmek kimi zaman rezilce korkuludur,
..ve insan bir akşamüstü ansızın yorulur"

/ya hani..


rezilce korkular tütüyor bacalardan belkide..

bu akşamüstü..



bir günaha tutunur gibi sevdim ya//seni!

bir sevaba mahkum olur gibi kabullendim işte

//seni kaybettiğimi//

5 Kasım 2008 Çarşamba

hayat oyununun acemi senaristi..



***Çocuktun!.. Ankara'ya kar yağardı diz boyu.. Yürüyecek, koşacak alanlar vardı. Nefes alacak kadar zamanlar.. Arkanda bir yavru kangal köpeği, hoplaya zıplaya eşlik ederken sana.. Koşardın.. Ne zaman unuttun koşmayı?.. Yaşam koridorlarında koşturmaktan mı?.. İs kokularında kestaneler oyalardı vakitleri.. Soba üzeri mandalina kabukları bir de.. Sabahın ilk ışıkları, yeryüzünün beyazlığına karışırken, gözlerin kamaşırdı yaşamaktan.. Kapı eşiklerine karlar dolardı.. Hem sonra.. Kömür gözlü adam olurdu kar.. Çocuktun.. Ne zaman unuttun çocukluğunu?.. Kömür gözlü adamlara aldanmaktan mı?.. Çocuktuk!.. Unuttun mu?!..***
.....
Önce beyaz bir sayfa açarsın önüne.. İçinde bulunduğun an dilimi, sana kalbin kadar temiz (!) bu sayfayı sunmaktadır. Bu beyazlığa dalar gider gözlerin bazen.. En son ne zaman, bembeyaz, pürüzsüz ve yumuşak karın üstünde, ayaklarının bıraktığı izleri seyre dalarak ve o tarifsiz duyguya kendini bırakarak, metrelerce yürüdüğünü düşünürsün. Belki çocukluktan kalma bir tat, genzini yakmaya başlar. Bu eylemin sende bıraktığı haz, çoktan maziye karışmış da olabilir.
"Kara basma, iz olur"
Türküye nispet, kara basıp bıraktığın izler, büyüdükçe daha da derinleşerek, yerini başka başka izlere bırakır. Bazen derin izlere zemin kar olursun bizzat kendin.. Ömrünü, hayatın aslında bir iz bırakma çabası olduğundan habersiz yaşarsın. Önlük yerine forma giymenin "büyümek" olduğunu sandığın zamanlar, artık çok gerilerde kalmıştır. Sigarayı elinde büyükler gibi tutup, öksürmeden içmeyi başardığın an, büyüyeceğini sandığın zamanlar da.. Belki de sigara elinde tutmaya başlamıştır artık seni..

Önce "yaşarsın".. O beyaz sayfa, "hadi yaz" diye gözlerini sana dikip bakmadan çok önce..

Bir zaman, bir yerlerde, bir şeyleri yaşarsın.. Acıyı, sevinci, hüznü, sevdayı.. Bazen bir trajedi, bazen de komedi gibi perde perde sahneye konan bir hayatı.. Önce "yaşadıkların" olmalı elinde zaten, yazmak için.. Baktıkların ve gördüklerin olmalı.. Kulak verip duydukların.. Nefes alıp içine çektiğin hayallerin.. İçinden bırakamadıkların.. Sancıların..

Bir tortu kalmalı ilk önce elinde.. Sonra belki "ellerini yıkama ihtiyacı".. İstediğin sadece budur, kimbilir?.. Beyaz bir sayfada, ömrünü temize çekmek istiyor olabilirsin. Akıl-yürek süzgecinden geçenler, izlerini bıraktıkça, ruhun da arınmaktadır her satırın ardı sıra.. Belkide konuşamadıklarındır yazdıkların.. Ağızdan çıktığında havaya karışan sesler, bir başkasının bedeninden daha çabuk karışabiliyordur, cansız bir kağıdın bedenine.. Anlatamayacağını bildiğin şeylerdir yazdıkların belki..

Sonra da, yazarken yaşamaya başlarsın.. Yazmayı yaşarsın.. Yazdıkların, yaşadıkların olur.. Çoğu şeyin farkına yazarken varırsın zaten.. En mutlu anın, en acı günün de, satır aralarında saklıdır. Senin bile hatırlamadığın zamanların.. Seni "sen" yapan anların.. En yoğun yaşadıkların başrollerde yerini alır daima.. Hepsi birer birer ele geçirirler parmaklarını.. Onların izleridir biraz da senden kalan.. ve genelde hazdan daha yoğun yaşanır ya acı.. bunun içindir, satırlarda umumiyetle acının mutluluğa galebe çalması..

Yazdıkça yaşamaya, yaşadıkça yazmaya bağlanırsın. Güçlü bir tutku ya da nefes almak gibi bir ihtiyaç olur artık.. Kelimelerden taçlar yapar, saçına takarsın.. Harflerden çift kaleler kurar, maçlar yaparsın. Hece hece, sözcük sözcük işlersin zamanı..
Bazen haykırışın bir ünlem olur.. takılıp kaldığın, içinden çıkamadığın anların soru işareti.. virgül virgül parsellere bölersin sözcüklerini, hayatın gibi.. "bitmedi, daha diyeceklerim var" der gibi.. açıklanamayan şeyleri açıklamaya çabalarsın, neden virgüllü nokta olmasın ki?.. belki bir şey vardır şuranda, tam sol yanında işte, anlatamadığın.. üç nokta olur dizilir boğazına, bir cümlenin ardı sıra.. 'nokta'.. o son nokta, günü geldiğinde konacak nasılsa.. cümlelerinin tam da ayak ucuna.. en güzel yazınsa, hiç yazmadıkların olacak belki.. arkandan en çok ağlayanlar da..

..ve hayat daha neleri düşündürtmez ki insana.. her zaman senaryosu yazılmış bir metnin sahneye konmadığını da anlarsın.. tersine bir işleyişin de yaşanabileceğini bazen.. yani, çoktaan sahneye konmuş bir oyunun senaryosunu kayıt altına almaya çalışan, acemi bir senarist gibi de hissedebilirsin kendini yazarken :

"hayat oyununun acemi senaristi"/gibi...

bitti.



30 Ekim 2008 Perşembe

Kasım'a...



ömrüm

mevsimler gibi

sen de mi kasıma boyandın?

çocukluğunu saklayıp bedenine

kızıl saçlı mahsun bir kadının

ve takıp sarı bukleli hayallerini

acımasız süngüsüne zamanın

hazana çalan yaşayışlarında

bu bozkır türküsü hayatın

bir tek ayrılığa adanan

bütün şiirlerinde akşamların

sadece yardan kar kalan

insanı adam eden aşkların

ve bir de çekmecede saklanan

eski siyah beyaz fotoğrafların

hepsi sığmış tek bir avuca

öylesine ağlamaklı

..ve şaşkın


24 Ekim 2008 Cuma

bazen yıldızlar bakar kayıp gidene..


Şehrin arka mahallelerinden birinde, gecenin puslu kanat çırpışlarına doğru sürdü adımlarını genç adam. Havada ıslak bir kömür kokusu vardı. Çocukluğunun geçtiği bu sokak, sanki zamanın eli hiç değmemiş gibi duruyordu yerli yerinde.. Afife ablanın penceresinin önündeki, zeytinyağı tenekesine ekili küpe çiçeği bile, mevsimin döngüsüne hiç yenik düşmemiş gibi, hala aynı çiçekmiş gibi aynı köşede ikamet etmekteydi. Sadece insanlardı sanki zamana yenilen.. Sokağın başındaki akmayan çeşme, hala akmıyordu. Bacası tüten iki göz odalar, hala tütüyordu.


Zaman içinde sabit kalabilmek, daha kötüye gitmeyip, içindeki değerleri hala muhafaza edebildiğin için, bir bakıma ilerleme sayılabilir miydi? ..Ya da kötüye de olsa, mutlaka değişmesi mi gerekliydi herşeyin?.. Bu muydu "gelişmek" dedikleri?.. Sabit kalma aldatmacası, olsa olsa bir yanılgıdan ibaretti zaten.. Dış görünüşüyle 100 yıllık uykuda donup kalmış görünen bu muhit, ayrıntılara dikkat edince, aslında hiç de öyle olmadığını ele veriyordu.


Değişmeyen ne vardı ki şu dünyada? Dünyanın alacalı rengine kanmayan kim vardı? "Hey koca dünya"diye geçirdi içinden.. İnsan öğüten koca bir değirmen değilsin de nesin? Kimleri yutmadın, kimleri?.. Hala doymazsın.. Hala istersin.. Ne verirsen üç misliyle alırsın. Bedellere tutsak edersin. Ödetir ödetir, yine de iflah olmazsın.


Neler uğruna nelerden vazgeçiyordu insan. Her vazgeçiş bir parça koparıyordu sanki canından.. Kendine gelebilmek için kendinden gitmek gerekiyordu bazen.. Kendini terk etmek.. Kendinden vazgeçmek.. Terk-i diyarlarda tekrar dönmek kendine.. Sonra bulduğun kendini tanıyamamak.. Eski kendini aramak.. Küçücük kafesin içinde kanat çırpmaya çalışmak özgürlüğe.. Kendi bedenine hapsolmak..


Şair boşuna mı sormuştu: "Özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır?".. diye..


Bir de bir yanın hep eksik kalıyordu sanki bazen.. Bir sohbet esnasında, ya da bir deniz kıyısında ufku seyre dalarken, kimi zaman yüzüne vururken bir şarkının bir hecesi, ya da bir şiirin olmadık bir dizesi.. pat diye bir hayal dikiliveriyordu karşına.. Elini kolunu nereye koyacağını şaşırır ya hani insan bazen.. Bulunduğu yer yabancı gelir ansızın.. İşte öyle kalakalıyordun, hayatın orta yerinde şaşkın.. Dünyanın muazzam düzenini bozan iğreti bir nesne gibi hissediyordun kendini.. Konuştuğun dil bile yabancı geliyordu.. Ve ansızın yoruluyordun yaşamaktan.. Tüm bedenin istifasını sunmak arzusuyla doluyordu hayattan.. Ama yaşıyordun işte..


Bu sokağa anılarını gömüp gitmişti vakti zamanında.. Ruhunun en temiz yanlarını burada bırakmıştı. Gönlü bir yangın yeri gibi kanamaklı.. Gündüzü bırakıp, geceye gitmişti. Hayali bırakıp, gerçeğe.. Sevinci bırakıp, hüzne.. Ne kadar koyu rengi varsa yaşamın, bir tek onları götürmüştü yanında.. Küfrü, bedduayı, kötü büyüleri alıp gitmişti.


Şimdi cinayet mahalline dönen bir katil gibiydi dönüşü.. Bu havayı ne yüzle soluduğunu sordu kendine.. Bir zamanlar günde yüzbin kere geçtiği bu yol, dibine diz çöktüğü şu yıkık duvar, karşıdaki viran evin camı kırık penceresi, katili olduğu yaşanmamış günlerin hesabını sormaz mıydı?


Her acıklı hikayenin ardında, üstü kabuk bağlamış bir gönül yarası saklıydı sanki.. Kabuk bağlamış ama, içten içe kanayan.. Zamanı merhem ettiğin.. Dindiremediğin.. "ya hiç olmasaydı" ları teselli bildiğin.. Bir intihar gibi çaresizce kabullendiğin..


Bir zamanlar bir aşka tutulmuştu kalbi bu sokakta..


Tutulmaydı evet..


Aşka, olsa olsa tutulabilirdi insan.. Ay tutulması gibi, bir hastalığa tutulma gibi, ansızın yağmura tutulma gibi.. Başka türlü düşemezdin içine.. Düşünce de çıkamazdın kolay kolay..


..ve bir eşikten atlar gibi sevmişti. Tepeden tırnağa tüm varlığı, beyni, ruhu, düşünceleri, duyguları, bedeni.. adeta bir ihtilalin içinde bulmuştu kendini.. Sonrasını kimseler sormasın, o da söylemesindi.


O yıkık duvarın dibine oturdu yine eski günlerdeki gibi.. Bir sigara çekti sol cebinden.. Ciğerlerine dolan dumanı savurdu karanlığa doğru.. Dumandan mı bilinmez, hafiften bir nem geldi geçti gözlerinden..


Bir zamanlar onu kendisine getiren sevinçli adımların, şimdi başka şehrin sokaklarını arşınladığı düşüncesi, sanki ilk kez aklına geliyormuşcasına canını yaktı. Bildiğin bir şeyi ilk kez idrak eder gibi.. Şimdi ne yapıyor acaba? diye düşündü. Belki sabaha çocuklarını okula yolcu edecektir, saati başucuna kurup, yatmaya hazırlanıyordur şu anda..


Belki o da gelmiştir bu sokağa anıların tozunu almak için.. Tam burada durup, sırtını duvara vermiştir, kimbilir? Ansızın başını kaldırıp gökyüzüne, seyre dalmıştır.. O kapkara gözlerinde yüzdürürken yıldızları..


Belki yıldızlar bakakalmıştır ardından,
Ömrümden kayıp giderken tutamadığım'ın..

13 Ekim 2008 Pazartesi

dağılırken gölgeler..


önce söz mü vardı, anlam mı?
hangisi önce düştü yeryüzüne?
önce göz mü vardı, bakış mı?
hangisi önce düştü yar yüzüne?







sözler..
bin parçaya bölünmüşler
canhıraş feryatlarında ayaz gecenin
bir dağa çarpıp geri dönercesine
ardı arkası kesilmeyen harf çığlıkları
ve yırtarcasına karanlıkları
gözleri bağlanmış sözler
yalnızlığın donanmasında yasaklı
kimsesizliğimiz gibi kederli
ne yana gideceklerini bilmezler
bilmezler, neyi basıp çiğnerler
dönencesinden süzülürken aşkın
açılır kapağı kilitli sandığın
ağulu bir kandil gibi yanar
sözler


konuşuyorum..
sözlerim birer yanık seferad ezgisi
ellerin yüzüme yakın
sanki eğilsem dokunacaksın
heceler efsunlu bir paket
sahibini yıllar sonra bulacak
ve vuracak belki ömrünü orta yerinden
eli kolu bağlanmış anlamlar
dört bir yana dağılarak


konuşuyorsun..
sızarken tenime sözlerin
terin damarda kanım
yüreğinin şarkısını içiyorum nefesinden
yasak kapı eşiğinde kollarım
uzansam kaybolmandan korkarım
ayaklarım yalın
sözlerin yalın
sözlerin cam kırıkları
acır her yanım

gözler..
iki derin bıçak yarası
ve incecikten iki sızı
gözlerin
yeryüzünün cenneti
ve durmuş yolların ardı sıra
son bakış gibi kederli
bazen çocuksu
ve ölesiye coşkulu
kimbilir neler söyler?
soramam istesem de
cesaretim tutuklu

bakıyorum..
çaresizliğimin penceresinden
bir girdaptan süzülürcesine
derinlik sarhoşluğunda yüreğim
göremez oluyorum
dilimi dağlarken gözlerin
sözsüz bir nefes sıyrılıyor canımdan
can beni terk ederken sol yanımdan


bakıyorsun..
çelikten kirpiklerin
çırılçıplak ten gibi
dolanırken ruhuma
gözlerinde söylemediklerinin sancısı
nedenler arıyorlar zamana dair
ah benim sayfalara sığdıramadığım,
hayatı ceplerine zulalamış sevdiğim!
nedeni yok ki sevmelerin
yaşamak öyle güzel geliyor ki
yaşadığını bildikten sonra
ve durabildikten sonra
ölüme uzak, sana yakın
ve yaşamak ölesiye ağır
hasret içindeyken dört yanım

cesetler..
ölüme bileylenmiş bütün ömürler
torbalanmış bileklerimde
ve paramparçayım dalgalarında
dokunduğun yeri
kanatacağımdan korkarım
ve bulduğumu kaybetmekten bir de
bulduğum çoktan kaybettiğimse
elvedataşırhermerhaba
ömre tuzak caddelerimde
sona uzak, başlangıca yakın
pürtelaş akşam vakitlerinde
yüzünü kaybetmekten korkarım
titretir içimi kalp atışların
seni bende bulmalarından korkarım
tenini saklarken sır gibi ruhumda
ve ruhunu tenime kazırken tırnaklarımla
yazmak isterim kaderi baştan, ecele inat
doğarken çığlık çığlığa kollarında
ve çekmek temize tüm hayatımı
o pürüpak avuçlarında


sonralar..
hiç olmasınlar
tıpkı öncesizliğimiz gibi
hayat fırtınasının köpüklerinde
ömürler dökülürken toprağa
birbirine teğet düşen yapraklar misali
sendeki ben, bendeki sen olmak değil
sadece "tek" olmak
dans eden gölgeler arasında
ve hapsolmak yıldızların koynuna
koparak gelip sonsuzluktan
sahipsiz iki mezar taşı gibi
sarılmak bir çınarın altında
öylesine mutlu ve yalnız
arınalım cehennemin ırmaklarında

10 Ekim 2008 Cuma

düşümde gerçek gördüm...


rüyamda..... çıplak ayaklarımla yürüyordum kumların üzerinde..

kim olduğumu unutmuştum.. hayır hayır, unutmamıştım.. o rüyada yürüyen ben değildim zaten.. tıpkı rüya kahramanının kimin rüyasında başrol oynadığını bilemeyeceği gibi.. adı üstünde rüyaydı çünkü.. görüntüydü gelip geçen.. tıpkı bu yazıyı yazanın kendim olduğu sanısı gibi bir yanılsama işte..


..dalgalar vurdukça ayaklarıma, derinden bir ürperti hissediyordum.. acıklı bir melodi bir alçalıp, bir yükseliyordu kulaklarımda, dalgaların ritmine uyum sağlayarak..


müziğin mucizesini yaşıyordu rüyadaki ben.. kendinden geçmiş gibiydi.. başı yana doğru eğik, gözleri kapalı, elleri önünde kavuşmuş durmadan yürüyordu.. bir yandan da içinden geçen ezginin sesinin, ayağına çarpıp kaybolan dalgalara uyumunu hissederek.. bu uyuma rüzgar da eşlik ediyordu adeta.. saçlarımı başımı eğdiğim tarafa doğru eğimli uçuşmasını sağlayarak..


hayatın ritmini dinleyerek sarhoş olmuştum.. insan istedikten sonra güzelleşmek için içmeye gerek yokmuş.. güzellik zaten sarhoş ediyormuş insanı.. kendini bir kum tanesi gibi doğanın kucağına bırakmak.. yaşamak sadece budur, kimbilir.. tabi bunlar gerçekse bile, ne rüyamın kahramanı, ne de ben anlayabilecek durumda değilim.. anlamak için bomboş olmak gerekli çünkü.. önce yer açmak yeniye.. ama sen açmasan da, bir gün gelip açılıyor.. ve bir zamanlar çok üzüldüğün şeye, başka bir gün sevinebiliyorsun.. böyle de tuhaf işte bu hayat.. ya da sen tuhafsın.. pardon, ben yani..


gözlerimi açtığımda, kapkaranlık bir yerde olduğumu gördüm.. çok fazla ışığa maruz kalmak, hiç ışıksız bırakabilir insanı.. belki tepedeki güneş birkaç saniyeliğine gözlerimi almıştı.. hayır, küçükken yaşadığım ufak çaplı güneş çarpması ve ardından gelen geçici körlüğe benzer bir durum değildi bu.. düpedüz karanlıktı işte.. çünkü gözüm alıştıkça, karanlık alacakaranlığa dönüşmeye başladı.. içine bata çıka yürüdüğüm kumlar ise kara.. bildiğin kardı işte bu.. her yer alabildiğine beyazlık.. ama bir alaşafak vakti olmalıydı ki, tan yeri henüz ağarıp ağarmamakta kararsız kalmıştı.. yürümeye devam ediyordum.. o melodi susmuştu.. yerini sessizliği delip geçen bir uğultuya bırakarak.. bedenimin küçüldüğünü hissettim.. galiba 10'lu yaşlarda bir çocuk olmalıydım.. sırtımdaki ağırlığın okul çantam olduğunu anlamıştım.. habire karlara bata çıka yürüyordum.. okulun bayrağı, çatısı da görünmüştü işte.. birazdan varmış olacağım, yerleri ahşap, sıvası dökük, sobasını talebelerin yaktığı bu ilim irfan yuvası benim sevgili okulumdu.. sevindi sanki rüyadaki ben.. şartlar ne olursa olsun, çocuk olmanın güzel olduğunu bile geçirdi bi an için aklından..


tam böyle bata çıka yürürken, sol taraftan tıpkı kar gibi bembeyaz bir çoban köpeğinin üstüme doğru geldiğini gördüm.. bir karar vermek hiç bu kadar zor olmamıştı.. ya sabit durup, ya da bir yana koşmam gerekliydi.. ama can zora girince, mantık o "saniyelik" an diliminde öyle tıkır tıkır çalışıyor ki, sonradan hayrete düşüyor insan.. sağ tarafta karsız zamanlarda saklambaç oynarken saklandığımız büyükçe bir çukurun bulunduğunu hatırladım hemen.. koşa koşa o çukurun içine attım kendimi.. ve köpek saldırısında hiç kımıldamamanın doğru olacağı geldi aklıma.. kaplumbağa gibi dizlerimin üstüne çöküp, yüzümü yere sakladım.. ama ne fayda.. köpek de çukura atlamış, sırtıma dişlerini geçirmeye çalışıyordu.. üzerimdeki lahana gibi kat kat kıyafetlerden tenime ulaşamayınca da, hırsı daha da bir artıyordu.. bir an yüzümü o yana çevirecek olduğumda, ağzının kenarını çevrelemiş simsiyah çizgiyi gördüm.. ve yüzüme doğru yaklaşan sivri dişleri.. tekrar gömdüm yüzümü bembeyaz kara.. soğukluğu tenimi yakıyordu.. ellerimin arasında başım.. gözlerimi o karanlıkta bile açamıyordum artık.. ne zaman sinirinin geçtiğini, ne zaman gittiğini bilemedim köpeğin..


gözlerimi tekrar açmaya cesaret ettiğimde, bir gümüş aynadan kendime bakıyordum.. elimde bir tarak vardı.. bu ayna ve tarağı çok iyi hatırlıyordum.. bir zamanlar o antika eşyalarla dolu yatak odasında, babaannem tarardı saçlarını bunlarla.. o öldükten sonra kim aldı, ya da hangi köşeye atılmışlardı, bilmiyordum.. ama rüya işte.. elime tutuşturulmuşlardı.. aynadaki ben, rüyamdaki ben'e mahsun gözlerle bakıyordu.. hani insan konuşmak ister de konuşamaz ya rüyasında bazen.. tıpkı öyle.. henüz yaşanmamış bir gelecekten geldiği için öyleydi belki.. ya da sadece aynada bir suret olduğu için.. sanki, kaç git kurtul bu rüyadan der gibiydi bakışları.. evet bendim o.. yüzüme yaşanmışlıklardan çok, yaşanamamışlıkların gölgesi düşmüştü adeta.. saçlarım upuzun.. tıpkı küçüklüğümde hayal ettiğim gibi.. yaşlandığımda babaannem gibi saçları uzun bir ihtiyar olacağımı, o saçları örüp, ensemde topuz yapacağımı tasavvur ettiğim günlerdeki gibi.. gümüş rengine boyalı saçlarıma baktım.. barışmıştım onlarla demek ki.. boyalı olmadıklarına göre.. boyamayı ne zaman bırakmıştım acaba en son?.. ne zaman kabullenmiştim yaşamanın bir süreç olduğunu?


yumdu gözlerini aynadaki ben.. gözlerini açmaya cesaret ettiğinde, rüya yeni başlıyordu...


8 Ekim 2008 Çarşamba

ne-re-de-li


Bir hayal perdesi vardı gözlerinde.. Belleğinde ise derinden bir düşünce .. Ne derece derinse yaşadıkların, o kadar hızlı çakılma ihtimalin vardı yere.. Gökyüzüne çıkıp bakmak isterdi yeryüzüne.. Ama bir uçaktan bakar gibi değil.. Yani yükseldikçe yerdekiler küçülmesin, büyüsünler isterdi. Birbirlerinden kopmadan büyümelerini.. Hiç biri kuşbakışı kadrajdan çıkmadan büyümelerini.. Büyümek de değil aslında, bir mercek altına almak, aslında "bizim" sandığımız yaşamların, ne kadar bize ait olduğunu anlamak için.. ve mikroskobik etkileriyle bizi bilmeden ordan oraya savuran, incir çekirdeği büyüklüğündeki cüsselerine bakmadan, kader örgüsünü tamamlayarak kimi zaman bizimle dalga geçen etkenleri görmek.


İnsan hayatları bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlıydı. Hangisinin nerede başlayıp bittiğini kestirmek pek mümkün değildi. Birinin hezimeti diğerinin kurtuluşu, birinin sevinci diğerinin gözyaşı, birinin sonu ötekinin başlangıcı olabiliyordu kimi zaman.. ki çoğu zaman da böyle oluyordu zaten..


Ama biz bilmiyorduk tabi.. Bildiklerimiz sadece gördüklerimizle sınırlıydı.


Acaba öyle miydi? Görmediklerimizi bilebilir, işitmediklerimizi duyabilir miydik?.. Belki.. İnsandık sonuçta, yaratıkların en üstünü.. Tam böyle düşündüğü esnada belli belirsiz bir tebessüm belirdi yüzünde.. Tüm bu alemler bizim için yaratılıp, göğün 7 katı bizim için donatılmışsa, görünmeyeni görmek, sessizliği duymak gibi bir meziyete de sahip olmak gerekliydi. Yeter ki istesin-di insan..


Tüm dünya işlerini bi kenara atıp, ölümü düşünen insan, sonunda filozof mu oluyordu? Her ölümü düşünen mi? Ölümü her düşünen mi? Bazıları mı sadece? Neden?.. Çünkü "hayat" denilen şey, ölüme karşı yaptıklarımız değil miydi? Yemek, uyumak, nefes almak, üremek, kalıcı olmak için çabalamak (öldükten sonra yaşamak, iz bırakmak için) Öyleyse hayatı anlamanın yolu ölümden geçerdi elbette..


Yaşadıklarımız nerede?...


İnanışları tüm hayatının kayıt altına alındığını söylüyordu. Bir gün Tanrı katına çıktığında, karşısında sorgu melekleri göstereceklerdi: "zavallı insan! aç gözünü de bir bak, neler yapmışsın, nelere yol açmışsın!" Açabilecek miydi o anda gözlerini?.. Bakmaya cesareti olacak mıydı kendisine?.. Peki ya konuşabilecek miydi?.. "Bunu yaptım, evet.. Ama arkasında böyle bir neden vardı.. Gerçekte böyle bir sonuca yol açacağımı öngöremedim" Mazeret miydi peki bu?.. Dünyada olduğu gibi orada da kuralları bilmemek mazeret sayılmayacak mıydı yoksa?.. Bilmek zorunda mıydın herşeyi?.. Bildiğin, karine olarak baştan mı kabul görecekti?.. Buna gerek yoktu ki.. Şüphesiz Tanrı herşeyi duyar, görür, anlardı. Senin bilmediğin seni bilirdi O..


Bir düşünce daha belirdi o anda.. Bir gün Tanrı'yla konuşabilseydi, ilk soracağı soru şu olurdu: "İnsanı neden yarattın?" Bir ceza mı, yoksa ödül mü insan olmak?.. Acaba bizler başka bir alemde halkedilip, yasalara karşı gelerek sürgüne mahkum edilmiş, sürgün olarak da dünyaya gönderilmiş yaratıklar mıyız?.. Neden hem iradeyi, hem de zaafları birarada bedenimize ve ruhumuza yükleyerek bizi sınamak istedin?.. Bunu hak edecek ne yaptık?


Cennetteki yasak elma hikayesi düştü aklına bu kez de.. Komik değil miydi böyle basit bir nedenden ötürü burada olmak?... Üstelik milyarlarca yıl önce senin türünün ilk örneğinin yaptığı aykırı bir davranışın cezasını, asırlar boyu tüm neslinin çekmesi.. Bu ceza ne zaman bitecekti? Kıyamet günü bitecek miydi? Yoksa azap o zaman mı başlayacaktı asıl?.. Peki diyelim ki Adem ile Havva cennetten kovulmuşlardı. O zaman cennet ta yeryüzü yaratılmadan önce de vardı demek ki.. Henüz irade yoksa, yani insan "dünyadaki insan" değilse daha, bir ödül ve ceza da sözkonusu değilse, neden en baştan beri vardı cennetle cehennem?.. Başka alemlerdeki başka varlıklar için mi yaratılmışlardı?


Herkes kendi gözünde kendini şanslı görüyor olmalıydı bu bakımdan.. Öyle ya, herkes, hangi zamanda, hangi coğrafyada doğarsa doğsun, hangi inanışa sahip olursa olsun, kendisine bahşedilen büyük bir lütuf sonucu hak dinin içine doğmuştu.. Ya da çoğunluğun dışına çıkarak, hayattaki boşluğu, nedensizliği keşfetmiş, inancı külliyen reddetmişti. Yine şanslıydı yani kendi gözünde.. Sonuç itibarıyla, herkesin gönlü rahattı.


Başının üstünde dönüp durarak vızıldayan bir sineği, uyku arası başından defeder gibi bir hareket yaptı.. Başına üşüşen bu sakıncaları düşünceleri beyninden defetmek ister gibi.. Şeytan çok zeki bir yaratık olmalıydı. Kötülük zeka isterdi çünkü.. İnsanı düşünmeye sevk etmek, kimi zaman yoldan sapmasına neden oluyordu belki bu sayede.. Bir düşünür dememiş miydi "çok şey düşünüyorum, bazı şeyleri düşünmeyeyim diye"..


Tarih ve zaman.. İnsanlar zamanı bulmuşlardı. Takvim de, ay da, yıl da, milad da.. hepsi insan icadıydı. Neden böyle bir şeye gerek duymuşlardı ki.. Neden yaşamlarını kayıt altına almak istemişlerdi. Aslında yaşanan "an"ların, kayıtlar silsilesi halinde gelecek nesillere aktarılmasında da, güneşi, ayı, gezegenleri belli yörüngelere oturtarak ve hiç sapmadan hep aynı aralıklarla devinimlerini sağlayarak zamanın belirlenmesini sağlamada da Tanrı'nın payı vardı. İnsanoğlunun kendi yaşamadığı zamanları bilmesini istiyor olmalıydı. "Şu yıl, şu sebepten, şu oldu, şu sonuçlara yol açtı.." Gerçeği bilmek, geçmişi anlamak, bugünü çizmek için bir araçtı. Geçmiş, gaipten gelen bir ruhun gizli elleri gibi bugüne yön veriyordu. Peki ya gerçeği saptıranlar?.. En büyük günahkar onlar olmalıydı. Çünkü "yok" demek, var olan bir şeyi yok etmiyordu hiçbir zaman..


Yaşadıklarımız nerede?.. diye düşündü yine.. Geçmiş nerede şimdi?


Onca savaşlar, haksızlıklar, dökülen kanlar, gözyaşları, acılar.. ve sevinçler, mutluluklar.. Sadece kendimiz olduğumuz anlar, yani gerçekten yaşadığımız, o kısacık an dilimleri nerede?.. Tanrı'nın kayıt cihazında mı saklı?.. Bedenin çürümesiyle yok olup gidiyor mu yoksa? Ya da bir ruhun içinde yaşıyor mu hala.. ve o ruh hala saklı mı bilmediğimiz bir mekanda..


Usulca kalktı yerinden.. Hayat devam ediyordu. Balığa yem vermesi, çiçekleri sulaması, akşama yemek hazırlaması gerekiyordu. Bedenin yaşaması gerekiyordu ilk önce.. Ancak, tüm bedenler eşit şartlara kavuştuğunda, ruhlar eşitlenecek diye düşündü.. Ama bu alemde "eşitlik"ten söz etmek dahi komik geliyordu.


Yaşıyor muydu gerçekten? Rüya mı görüyordu yoksa? Rüya görmek de yaşamanın bir parçası değil miydi? Bedenen yaşıyordu evet.. Peki ya ruhu? Ölmeden önce ölünüz emri nefse miydi, ruha mı, yoksa bedene mi?.. Ruhlar hiç ölmez miydi yoksa? Bedeni hala nefes alıyordu, evet.. Acı çekmek de yaşamanın bir göstergesiydi. Ölüler acı çekemezdi. Yaşadığı için sevinse miydi? Ya ruhu?


Yaşadıkları neredeydi, ruhunun?... Hangi hafızaların kayıtlarında gizliydi?...